Dünya Ekonomisi
İkinci Soğuk Savaş değil, ekonomik çöküş
Dünyanın “yeni bir Soğuk Savaş”a girdiği bize defalarca söylendi. Ancak eleştirel bir gözle bakıldığında dünya, Soğuk Savaş'ın kuralları çok iyi belirlenmiş rekabetinden çok, 1930'larda dünya düzeninin ezici çöküşüne benziyor.
Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? 2ci Soğuk Savaş ve 3cü Dünya Savaşı artık stratejistlerin sıkça dile getirdiği olasılıklar. The Conversation’a “No, the world isn’t heading toward a new Cold War – it’s closer to the grinding world order collapse of the 1930s” başlıklı bir inceleme yazan Tufts Üniversitesi Tarih Profesorü David Eghbladh’a göre üçüncü bir alternatif var. O da 1930’lara benzer çok uzun soluklu bir depresyon, küresel düzenin yavaştan yıkılması ve arkasından sürüklediği otoriter ideolojilerin yükselişi.
FÖŞ, kaleminin yettiği ölçüde bu zor makaleyi Türkçe okurlar için tercüme etti:
Son on beş yılda dünya çapında çalkantılara tanık olduk. 2008 mali krizi ve etkileri, COVID-19 salgını ve Sudan, Orta Doğu, Ukrayna ve diğer yerlerdeki büyük bölgesel çatışmalar geride belirsizlik bıraktı. Buna, ABD ile onun yükselen rakipleri, özellikle de Çin arasındaki gergin ve büyüyen rekabet de ekleniyor.
Bu ürkütücü zamanlara tepki olarak, yorumcular jeopolitiği açıklamak için sıklıkla 1945 sonrası dönemin kolay benzetmesine başvurdular. Dünyanın “yeni bir Soğuk Savaş”a girdiği bize defalarca söylendi. Ancak eleştirel bir gözle bakıldığında dünya, Soğuk Savaş’ın kuralları çok iyi belirlenmiş rekabetinden çok, 1930’larda dünya düzeninin ezici çöküşüne benziyor.
Neredeyse bir asır geriye dönüp bakıldığında, 1929’daki Wall Street Çöküşü’nden II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönem, “tecritçilik” veya “yatıştırma” (appeasement, Hitler’e istediğini vererek barışa kavuşma) gibi basit terimlerle çarpıtılabilir. Bu on yıl, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi isimlerin yükselişini konu alan bir iyi-kötü mücadelesi olarak basitleştiriliyor.
Ancak, o dönemin dinamikleri çok daha karmaşıktı. 1930’larda peydahlanan yepyeni sosyo-politik güçler ekonomileri, toplumları ve siyasi inançları yeniden şekillendirdi. Bu dinamikleri anlamak, son yıllardaki kafa karıştırıcı olaylara açıklık getirebilir.
Daha büyük ve daha küçük krizler
Büyük Buhran 1930’ları dünya çapında tanımladı. Bu facia, sık sık hatırlandığı gibi, yalnızca 1929’daki borsa çöküşü değildi. Bu, dünya ekonomisinin sancılı derecede uzun bir süre süren geniş çaplı durgunluğunun bir semptomuydu sadece.
Dönemin bitmek bilmeyen ekonomik sorunları, Minneapolis’ten Mumbai, Hindistan’a kadar ekonomileri ve bireyleri etkiledi ve derin kültürel, sosyal ve nihayetinde siyasi değişimlere yol açtı. Bu arada, Büyük Buhran’ın uzunluğu ve piyasa güçlerinin büyük bir krizin kapitalizme yeniden dinamizm kazandıracağı anlayışına karşı direnişi, laissez faire yaklaşımının ve onu destekleyen liberal kapitalist devletlerin itibarını zedeledi.
2008 mali krizini takip eden “Küçük Buhran” da benzer bir şey üretti; global ve ulusla ekonomileri kaosa sürükledi, milyarlarca insanı güvensiz hale getirdi ve 1990’lardan bu yana hüküm süren liberal küreselleşmenin itibarını sarstı.
Hem büyük hem de küçük buhranlarda, dünyanın dört bir yanındaki insanların hayatları altüst oldu ve yerleşik fikirlerin, elitlerin ve kurumların çare olmadığını fark ederek daha radikal ve aşırı seslere yöneldiler. Çöken sadece Wall Street değildi. Birçoklarına göre kriz, ABD’yi ve dünyanın birçok bölgesini yönlendiren ideolojinin altını oydu: Liberalizm. 1930’larda bu şüphecilik, halihazırda ayrımcılık, ırkçılık ve imparatorluk biçimindeki çelişkilerle kuşatılmış olan demokrasi ve kapitalizmin modern dünyanın taleplerine uygun olup olmadığı sorusunu doğurdu. Geçtiğimiz on yılda benzer şekilde dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde seçmenlerin otoriter eğilimli popülistlere yöneldiğini gördük.
Yine habis rüzgarlar esiyor
Genel olarak bireysel özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne olduğu kadar özel mülkiyete ve serbest piyasaya olan inanca dayayan bir ideoloji olan liberalizm, destekçileri tarafından dünyaya demokratikleşme ve ekonomik refah getirmenin bir yolu olarak lanse edildi. Ancak son zamanlarda liberal “küreselleşme” tökezlemeye başladı. Büyük Buhran da benzer bir etki yaratmıştı. Bazılarının demokratikleşmenin “ilk dalgası” olarak adlandırdığı bir dönem olan 1920’lerin iyimserliği, Japonya’dan Polonya’ya kadar ülkelerin popülist, otoriter hükümetler kurmasıyla çöktü.
Bugün Macaristan’da Victor Orban, Rusya’da Vladimir Putin ve Çin’de Xi Jinping gibi isimlerin yükselişi, tarihçilere belirsizlik anlarında otoriteryanizmin devam eden çekiciliğini hatırlatıyor. Her iki dönem de dünya ekonomisinde, ABD de dahil olmak üzere ülkelerin yerli endüstrileri korumak için gümrük vergilerini artırarak ekonomik kanamayı durdurmaya çalıştığı, sonucunda oyunun tüm kurallarının ihlal edildiği dönemi paylaşıyor. Ekonomik milliyetçilik, adeta yeni bir modaymış gibi hararetle tartışılsa ve karşı çıkılsa da, 1930’larda dünya çapında baskın bir güç haline geldi. Bu, ABD de dahil olmak üzere birçok ülkede korumacı politikaların son dönemdeki yükselişine de da yansıyor.
Bir dünya dolusu şikayet
Büyük Buhran, Amerika Birleşik Devletleri’nde hükümetin ekonomi ve toplumda yeni roller üstlendiği F. D. Roosevelt’in “Yeni Düzen”i’ni ateşlerken, başka yerlerde liberal dünya ekonomisinin çöküşüyle yanıp tutuşan insanlar, liderlerin ellerine mutlak bir güç veren rejimlerin yükselişine razı oldular.
Bugün Çin’in otoriter ekonomik büyüme modelinin cazibesi ve Orban, Putin ve diğerlerinin -sadece “Küresel Güney”in bazı kesimlerinde değil, aynı zamanda Batı’nın bazı kesimlerinde de- temsil ettiği diktatör imajı 1930’ları yansıtıyor. Buhran, “totaliter” ideolojiler olarak adlandırılan bir dizi ideolojiyi yaygınlaştırdı: İtalya’da faşizm, Rusya’da komünizm, Japonya’da militarizm ve hepsinden önemlisi Almanya’da Nazizm.
Daha da önemlisi, bu sistemlere dünya genelindeki pek çok kişinin gözünde bir düzeyde meşruiyet kazandırdı, özellikle de krizlere yanıt sunamayan ürkek liberal hükümetlerle karşılaştırıldığında. Bugünün gözlemcileri büyük ölçekli savaşın geri dönüşü ve bunun küresel istikrara yönelik yarattığı zorluk karşısında şoklarını dile getirebilirler. Ancak Bunalım yıllarıyla belirgin bir paralelliği var.
1930’ların başlarında, Japonya gibi ülkeler dünya sistemini güç kullanarak revize etmeye yöneldiler; bu tür ulusların “revizyonist” olarak bilinmesinin nedeni de budur. Çin’in, özellikle de 1931’de Mançurya’yı kısım kısım işgali, Batı demokrasileri tarafından kınamanın ötesinde tepki görmedi – Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhakına ne kadar benziyor değil mi?
On yıl ilerledikçe açık askeri saldırganlık yayıldı. Çin, Japonya emperyalizmine karşı savaşının büyük güçler tarafından tereddütle desteklenmesiyle bir sembol haline geldi. Bugünkü Ukraynalılar bu paralelliği pekâlâ anlayabilirler. Etiyopya, İspanya, Çekoslovakya ve nihayetinde Polonya, uluslararası düzeni kendi imajlarına göre yeniden şekillendirmek için askeri saldırganlık veya askeri saldırı tehdidini kullanan “revizyonist” devletlerin hedefi haline geldi.
İronik bir şekilde, 1930’ların sonuna gelindiğinde, bu kriz yıllarını yaşayan pek çok kişi, Nazi Almanyası gibi devletlerin rejimlerine ve yöntemlerine karşı kendilerini “soğuk savaşta” gördü. Bu sözcükleri, normal uluslararası ilişkilerin sürekli, bazen şiddetli bir rekabete dönüşmesini tanımlamak için kullandılar. Fransız gözlemciler “barış yok, savaş yok” tanımını literatüre kazandırdı.
O zamanın düşünürleri, yaşananların süregelen bir rekabetten çok, normların ve ilişkilerin yeniden şekillendirildiği bir pota olduğunu anlamıştı. Onların sözleri, bugün yeni çok kutuplu bir dünyanın şekillendiğini ve kendi yerel nüfuzlarını genişletmek isteyen bölgesel güçlerin yükselişini görenlerin duygularında yankılanıyor.
Dizginleri elimize almak
İçinde bulunduğumuz anı, sonu küresel savaş olan geçmişteki bir an ile karşılaştırmak çok ciddi bir yük. Tarihsel paralellikler hiçbir zaman mükemmel değildir ancak bizi günümüzü yeniden düşünmeye davet ederler. Geleceğimiz ne 1930’ları sonlandıran “sıcak savaş”ın, ne de onu takip eden Soğuk Savaş’ın bir tekrarı olmak zorunda.
Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin ve diğer bölgesel güçlerin artan güç ve yetenekleri, tarihsel aktörlerin gelişip değiştiğini hatırlatıyor. Ancak çağımızın, tıpkı 1930’lar gibi, ciddi krizlerle boğuşan karmaşık, çok kutuplu bir dönem olduğunu kabul etmek, tektonik güçlerin birçok temel ilişkiyi yeniden şekillendirdiğini görmemizi sağlıyor. Bunu anlamak bize yakın geçmişte felakete yol açan güçleri dizginleme şansı sunuyor.