Ekonomi
Osman Ulagay: “Enflasyonun yükü kimin üstüne kalacak?”
1989 yılı 2024 yılına mı karşılık geliyor? Osman Ulagay'ın 1990 yılında Türkiye'deki enflasyon için yazmış olduğu metin...
1989 yılı 2024 yılına mı karşılık geliyor?
Osman Ulagay’ın 1990 yılında Türkiye’deki enflasyon için yazmış olduğu metin:
“Yakan Top”tan Kim Korkar?
…Büyük olasılıkla “Ben herkesi memnun edeyim, ülkeyi kalkındıran başbakan havasını sürdüreyim de varsın biraz enflasyon olsun”, diyerek yolunuza devam edeceksiniz. Enflasyon bacayı sarmaya başladıktan sonra da, “Ne yapalım memlekette demokrasi var, piyasa ekonomisi var”, deyip her kesimin kendi gücünü kullanarak enflasyonun ateşten topunu birbirine atmaya çalıştığı ‘oyun’a seyirci kalacaksınız.
Peki ya, bir sonraki aşamada ne olacak?
Yapmış olduğunuz kısa vadeli borçlanmanın ana para ve faiz ödemeleri, iki yakası zaten bir araya gelmeyen kamu kesiminin giderlerini daha da artıracak, açıklarını daha da büyütecek. Bu açıkları finanse etmek için daha fazla para basmak, daha fazla borçlanmak gerekecek. Bu yöntemle enflasyon ateşinin üzerine sürekli benzin dökülürken herkesin, her kesimin ‘ateşten topu’ birbirine atmaya çalıştığı ‘yakan top’ oyunu da bütün heyecanıyla sürecek.
Heyecanla birlikte enflasyonun doruğa çıkması için tüm oyuncuların birbirine denk güçte olması, oyunu aynı beceriyle oynaması gerekiyor. Oyunculardan, yani toplum kesimlerinden, bir-iki tanesinin gücü ve becerisi yeterli değilse ateşten top hep onların üzerinde kalıyor, enflasyon bedelini o kesimler ödemiş oluyor.
Enflasyonun faturasını bir-iki kesime, örneğin Türkiye’de 1980’lerde olduğu gibi ücretli-maaşlı kesime ve tarım kesimine yükleyebiliyorsanız enflasyonu hiç değilse iki haneli rakamlarda tutabiliyorsunuz. Yok eğer bütün kesimler birbirine yakın güçteyse, örgütlenme düzeyleri ve politik ağırlıkları birbirine yakınsa, o zaman herkes ateşten topu birbirine atmak için ağırlığını ve becerisini kullanıyor. Bu durumda ‘yakan top’ oyunu ‘hiperenflasyon’ cehennemine doğru yükselen bir merdivende oynanmaya başlıyor ve heyecan doruğa çıkıyor.
Şimdi bu oyunun nasıl oynandığını daha iyi anlamak için, oyunun en heyecanlı biçimde oynanmasını sağlayacak koşullara sahip olan bir ülke düşünelim. Bu ülkede hem sanayi ve tarım lobileri, hem rantiyeci kesimi, hem de işçi-memur sendikaları örgütlü ve güçlü olsun; bu güçlerini politik alana da yansıtabilsin. İktidar, yukarıda özetlemeye çalıştığım biçimde enflasyon sürecini başlatmış olsun. Her kesime bir şeyler vaat ederek enflasyonu başlattıktan sonra da kesimler arasında başlayan oyunu, daha doğrusu çekişmeyi kötü bir hakem gibi idare etmeye çabalasın.
Başlama Düdüğü…
Bir ülkede bu “ideal koşullar” hazırsa kendimizi oyunun heyecanına kaptırabiliriz. Fiyat artışlarının artması başlama düdüğü yerine geçer ve oyun başlar.
Sendikalar fiyat artışları karşısında gerçek ücretleri korumak için enflasyon oranının üzerinde ücret-maaş artışları talep ederler ve bu artışların sağlanmaması halinde greve gideceklerini açıklarlar.
Tasarruf sahipleri ve rantiyeler, paralarının enflasyon karşısında erozyona uğramaması için faiz oranlarının enflasyonun üzerinde olmasını talep eder, bu yönde baskı yaparlar.
Ücretler ve faizler bu talepler uyarınca enflasyona göre ayarlanınca, girdi maliyetleri artan sanayici, hele eksik rekabet koşullarında çalışıyorsa, bu maliyet artışlarını fazlasıyla fiyatlara yansıtır.
Sanayi mallarının fiyatları artınca tarım ürünleri fiyatlarının bu mallara oranla ucuzlamasını, yani iç ticaret hadlerinin aleyhine bozulmasını önlemek isteyen tarım kesimi tarımsal ürün fiyatlarının da enflasyon oranının üzerinde artması için baskı yapmaya başlar.
Aciz hakem rolündeki iktidar, sürekli olarak para basarak bu taleplerin karşılanması için çaba harcamaya devam eder. Sonuçta fiyatlar daha da yükselir ve enflasyon merdivenin bir üst basamağında oyunun ikinci turu başlar.
Oyuncular her turda aynı beceriyi gösterip ateşten topu hızlanan bir tempoda birbirlerine atmayı başarırlarsa enflasyon merdivenindeki tırmanış da hızlanır. Sonunda topun gözle izlenemeyecek bir hızla el değiştirdiği, enflasyon merdiveninin koşar adım tırmanıldığı en heyecanlı aşamaya gelinir ve ‘hiperenflasyon’ cehennemine varılır.
Bu oyunun, (tıpkı futbol gibi) çok popüler olduğu, en heyecanlı biçimiyle oynandığı yer Latin Amerika’dır. Sermaye lobilerinin yanısıra işçi sendikalarının da güçlü olduğu Latin Amerika ülkelerinde enflasyonun bazen üç haneli rakamlarda da durmayarak dört haneli rakamlara tırmanmasının, tamamen kontrolden çıkmasının en önemli nedeni de bu ‘yakan top’ oyununun bu kadar iyi oynanmasıdır.
Sözkonusu ülkelerin bazılarında, örneğin Arjantin’de, askeri yönetim dönemlerinde bile sendikaların gücünü tam anlamıyla kırmak mümkün olmadığı için enflasyonun bedeli tek bir kesimin, yani ücretli-maaşlı kesimin üstüne yıkılamıyor ve kesimler arasındaki gelir çekişmesi oyunu sürebiliyor.
Şimdi bir de Türkiye’ye dönelim bakalım, ne görüyoruz?
12 Eylül askeri yönetim döneminde bu ‘oyun’un oynanmasına izin verilmediğini görüyoruz. 12 Eylül döneminde Türkiye’de işçi sendikalarının gücü tamamen kırıldı, memura hiçbir söz hakkı tanınmadı. Sendikal hareketin tüm etkisini yitirdiği ortamda enflasyonun bedeli büyük ölçüde işçiye, memura, emekliye fatura edilebildi. Askeri yönetim, başta tarım kesimi olmak üzere, diğer kesimlerin ‘oyun’u diledikleri gibi oynamasına, aşırı taleplerle ortaya atılmalarına da pek olanak tanımadı. Ancak yönetimin bilinçli olarak kayırdığı ihracat kesimi ve rantçılar bu dönemden her bakımdan kazançlı çıkabildiler. ‘Enflasyon oyunu’na heyecan kazandıracak oyuncuların derece derece pasifize edildiği ve oyundan soğutulduğu bu ortamda kamu kesimi de disipline alınınca, enflasyon, ‘yapısal sınır’ olarak kabul edilebilecek olan yüzde 25’lere kadar düşürülebildi.
12 Eylül’ün izleri, askeri yönetimi izleyen dönemde de sürdü. 1983 Kasım’ında yapılan seçimlerle çok partili siyasal yaşama dönülmüştü ama özellikle sendikaların 12 Eylül döneminde yitirdikleri etkiyi yeniden kazanmaları kolay görünmüyordu. Yasal çerçevede yapılan değişiklikler de bunu engelliyordu. Bu koşullarda enflasyonun bedelini bir süre daha ücretli-maaşlı kesime fatura etmek mümkündü. Tarım kesiminin de eski pazarlık gücünü kazandığını söylemek olanaksızdı. Ücret-maaş gelirleriyle tarım kesiminin milli gelirden aldığı pay sürekli gerilerken rant-kâr-faiz gelirlerinin payı artıyordu.
Burada olan şuydu: Bir kez daha ‘oyuncular’ın güçleri birbirine denk düşmediği için ‘enflasyon oyunu’, Latin Amerika ülkelerindeki heyecanlı temposunu kazanamıyordu. Girdi maliyetlerindeki artışlar fazlasıyla fiyatlara yansıtılıyordu ama ücret-maaş artışları fiyat artışlarını hemen izleyemiyordu. Bu sayede enflasyon yüzde 70’lere tırmandığı bir yılda, örneğin 1988 yılında, ücret ve maaş artışları yüzde 50’nin altında kalabiliyordu. Çiftçinin eline geçen paranın enflasyon oranının üzerinde arttığını söylemek de zordu. Bu iki geniş kesimi enflasyon oranının altında tutularak sürece enflasyon oranının iki haneye razı edebildiğiniz sürece de, yani reel bir gelir kaybına onları razı edebildiğiniz müddetçe enflasyon oyununda toplumsal huzursuzluk ve mümkün olabildiğince kalma oyunun hızının çoğunlukla bu kesimlerin üzerinde enflası doğru tutmanızı önlüyordu.
Gelelim 1989’a… Değerli TL
1989 yılında oldukça farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. 26 Mart yerel seçimlerinden ağır bir yenilgiyle çıkan, ülke çapında oy desteği yüzde 22’nin altına düşen Anavatan Partisi iktidarı yitirdiği desteği yeniden kazanmak için ücretli-maaşlı kesime bu kez enflasyonun üzerinde bir gelir artışı sağlama çabası içine girmiş görünüyor. Sendikalar, çoğu kez tabandan gelen baskıların da etkisiyle daha ciddi pazarlıklara girişiyor. Bu koşullarda ‘enflasyon topu’nun, önceki yıllarda olduğu gibi, ücretli-maaşlı kesimin üstüne kalması pek olası görünmüyor. Öte yandan tarım kesiminin de, politik konjonktürden ve düşük üretim yılının getirdiği fiyat artışlarından yararlanarak başını suyun üzerinde tutması olası.
O halde ne olacak? ‘Top’ kimin üzerinde kalacak?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için 1989 yılının kendine özgü niteliğine bakmak gerekiyor.
1989 yılında Türkiye ekonomisinde yüzde 70’lerde görülen yüksek enflasyon, bu kez ciddi bir ekonomik durgunlukla birlikte yaşanıyor. İç piyasadaki durgunluk nedeniyle, özellikle bazı sanayi sektörlerinde maliyet artışlarının fazlasıyla fiyatlara yansıtılması eskisi kadar kolay olmuyor. Tüccar, malının üstüne fiyat bindirirken iki kez düşünmek zorunda kalıyor.
Doların, markın, TL karşısındaki değer artışı enflasyonun çok gerisinde kaldığı için ihracatçının eski keyfi yok. Kredi taleplerinin düşüklüğü faizlerin aşağı çekiyor, mevduat faizleri enflasyon oranının hayli altında kalıyor. Yani 1989 yılında sanayicinin, tüccarın, ihracatçının, rantçıların ‘top’u başkasına atmakta zorlandığı, dolayısıyla ‘hiperenflasyon’a yol açacak ‘oyun’un iyi oynanamadığı bir yıl olarak dikkati çekiyor.
1989 yılında bir yandan ekonomideki durgunluk, diğer yandan T.C. Merkez Bankası’nın öncülüğünde uygulanan ve TL.’den kaçışı tersine çeviren politikaların, Türkiye’de ‘hiperenflasyon’a doğru tırmanışı önlediği, en azından ertelediği anlaşılıyor. Ülke içinde yüksek enflasyon nedeniyle satınalma gücünü hızla yitiren Türk lirasının, buna karşılık başlıca yabancı paralar karşısında göreceli olarak değer kazandığı için yeniden talep edilen ve elden tutulan bir para haline getirilebilmesi sayesinde 1989 yılında enflasyon kazançlarının büyük ölçüde devletin elinde toplandığı; ‘enflasyon vergisi’ rekor düzeye çıkarken ‘yakan top oyunu’nun oynanmasına pek fırsat kalmadığı görülüyor.
Bu nitelikleriyle 1989 yılı ücretli-maaşlı kesimin enflasyonun yükünü tek başına sırtlanmaktan kısmen kurtulduğu ve ‘oyuncular’ın daha dengeli hale gelen güçleriyle iddialı bir ‘oyun’a hazırlandıkları ama ekonominin özel koşulları ve uygulanan politikaların başarısı sayesinde bu iddialı ‘oyun’un havasını bulamadığı bir yıl olarak kaydetmek mümkün.
Pekiyi ama 1990’da ne olacak?
Ekonomideki durgunluk sürecek mi? Politik baskılar hükümeti, ekonomiyi canlandırmak için birtakım zorlamalara itecek mi?
1989’da başarıyla uygulanan ve hemen her kesimi gafil avlayan senaryo 1990’da aynı başarıyla sürdürülebilecek mi? Enflasyondan kazancını çıkarmaya alışmış kesimleri bir kez daha tongaya basacak mı? Yükün çoğunu bir kez daha işçiye-memura taşıtmak mümkün olacak mı? Tabandaki kitle ve sendikalar buna razı olacak mı? Zayıflayan desteğini güçlendirmek için 1989 yılında göreceli olarak yüksek ücret-maaş artışlarını destekleyen hükümet 1990’da bu tavrını değiştirip yükü bir kez daha işçi-memurun sırtına yüklemeye, çiftçiye enflasyonun altında fiyat vermeye cesaret edebilecek mi?
Bunlar çok kritik sorular. Türkiye’nin Latin Amerika tipi bir ‘hiperenflasyon’ yaşama olasılığı bu soruların yanıtlarına bağlı görünüyor.
Türkiye 1990’a işte bu ilginç tabloyla giriyor. Durgunluk içinde yüksek enflasyon yaşanırken iktidar partisi yeniden göze girebilmek için her kesime bir şeyler sunabilme ihtiyacı içinde ama olanakları son derece kısıtlı. Ekonomiyi canlandırmak için kamu yatırımlarını yeniden kamçılasa kamu açıkları daha da büyüyecek, enflasyonist baskı daha da artacaktı.
1990’da da 1989 gibi idare etmeyi başarması, enflasyon dan kazancı çıkarmaya alışmış sermaye kesimlerini bir kez daha oyuna getirerek ‘enflasyon vergisi’ni artırmaya devam etmesi de herhalde pek kolay değildi.
Yönetimin, sermaye kesiminden gelecek yakınmalar karşısında çare ararken desteğini sağlamaya çalıştığı işçi-memur kesimini unutması da zor. Enflasyonun faturasını bir kez daha onlara yüklemeye çalışsa 1989’daki sempati yaratma çabası da boşa gitmiş olacak. Üstelik 1990’ın ortamında işçiyi, memuru, sendikaları enflasyonun altında ücret artışlarına razı etmenin pek kolay olmadığı da ortadaydı.
Görünen o ki enflasyonu tırmandırma oyununu en heyecanlı biçimiyle oynamak için bütün ‘oyuncular’ hazırdı, iktidarın ‘başla’ sinyalini bekliyordu.
Ekonomiyi canlandırmak için yapılacak bir zorlama, kamu yatırımlarında yeni bir atılım, ‘oyun’u başlatmaya yetebilir. ‘Oyun’ bir kez hızlanınca da heyecan giderek artabilir, kimi Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, ‘hiperenflasyon’a tırmanan merdiveninde itişli kakışlı bir oyun’u izlemeye başlayabilirdik.
Can derdine düşmüş bir iktidarın bu ‘oyun’a müdahale etmesi, ‘oyuncular’dan bazılarına çelme takarak ‘oyun’u yavaşlatmaya kalkışması da sanırım pek mümkün olmaz. ‘Oyun’ böylece sürüp gider.
Bu olasılığı önlemenin tek yolu…
Bu olasılığı önlemenin tek yolu, çeşitli kesimlerden gelecek tüm yakınmalara ve baskılara karşın ekonominin bir süre daha yavaş bir tempoda gelişmesini göze almak; kamu açıklarını artıracak yeni adımlar atmamak, ‘oyun’u başlatacak sinyali vermemek. Bugün gelinen noktada ‘hiperenflasyon’a tırmanışın önlenmesi isteniyorsa başka seçeneği yok ANAP iktidarının.
Bu noktaya sürüklenmiş bir ekonominin nasıl yeniden sağlıklı büyüme rayına oturtulabileceği ise ayrı bir konu.
*Söz konusu yazı, Osman Ulagay’ın 1990 yılında yayımlamış olduğu “Enflasyonu aşmak için” kitabından alıntılanmıştır. (sf.69-81) Yazıya dönüştürülmesi esnasında bazı bölümlere başlık eklemesi yapılmıştır.