Rejim inşası Türkiye’ye pahalıya patlıyor
5 Haziran 2018Son aylarda başta ABD Doları, aslında tüm dövizler Türk Lirasına karşı aldı başını gitti. Bunu önlemek için epey bir inat edildikten sonra Merkez Bankası 300 baz puan (%3)faiz arttırdı. Ardından uzun zamandır işlevsiz tutulan, adı ise güya “politika faizi” olan 1 haftalık repo faizini de 1 haziran itibarı ile %8’den tam %16,5’a çıkarmak (850 baz puan) zorunda kaldı. Kuru bir nebze sakinleştirebilmek için aldığı sair kimi tedbirleri boş verelim, asıl tedbir alelacele, Türkiye’ye fon sağlayan yabancı sermayenin hub’ı sayılabilecek Londra’ya ikinci bir sefer düzenleyip (ilki biraz da Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar yüzünden felaketle sonuçlanmıştı) ve bu sefer Erdoğan’ı götürmeyip para istmekti. Bütün bunlara rağmen dolar ancak 4,90’dan 4,60’a gerileyebildi; orada bile pek sağlam durmuyor. Mehmet Şimşek komutanlığındaki 2. Londra seferinde bir de fazladan söz verilmişti: Eğer Mayıs enflasyonu beklenenden yüksek çıkarsa TCMB yeniden faiz arttıracaktı.
Şimdi Mayıs enflasyonu beklenenden -hem de beklenmeyen ölçüde- yüksek çıktı. Mayıs 2018 tüketici fiyatları (TÜFE) bir ayda %1,62, Mayıs 2017-Mayıs 2018 arasında ise %12,15 arttı. Üretici fiyatlarında ise artış daha da yüksek bir ayda tam %3,79. Bu pek çok ülkenin bir yıllık enflasyonundan daha fazla. Yıldan yıla bakıldığında ise durum daha korkunç: 2017 mayısı ile 2018 mayısı arasında üretici fiyatları (ÜFE) artışı %20,16! Bu rakamlar hem TÜFE hem de ÜFE için 2003 yılından beri görülmemişti.
Böylece, tanımı değiştirilip rakamlarla oynanmasına rağmen 2001 krizi yıllarındaki %10 civarı anormal işsizlik rakamlarının artık “normal” yıllarda her ay ilan ediliyor olmasının ardından, enflasyonda da kriz yıllarındaki seviyelere doğru ciddi bir hareketlenme başlamış oldu. Döviz kuru yükselişlerini şimdilik konuşmuyorum bile. 7 Haziran’da kapalı kapıların ardında verdikleri sözlere uymaz da yeni faiz artışına gitmezlerse o zaman görürüz dövizde neler olacağını… Dünyada bundan daha –hadi tuhaf diyelim- bir para politikası uygulamasının uzun zamandır pek fazla örneği yoktu. Faizi arttırmamak için dövizin alıp başını gitmesini göz göre göre seyret; sonra da paniğe kapılıp faizi de olması gerekenden daha fazla arttırmak zorunda kal. Sonuçta hem faizi hem de döviz kurunu yükseltmiş ol! Ne diyelim, ekonomi ve merkez bankacılığı dalında bir kötü yönetim Nobeli verilse pek az rakibimiz olurdu doğrusu.
Bu enflasyon artışının bir başka felaketli tarafı da şu: Gerçek enflasyon artışı aslında daha fazla. Dikkat edin burada endekslerin içeriği ile oynanarak yapılabilen kimi hesaplama hilelerinden bahsetmiyorum; o başka bir mevzu… Bahsettiğim mesela, benzin fiyatlarındaki artışların –seçime kadar aynı miktarda ÖTV azalışı ile halının altına saklanmasından bahsediyorum. Bu ek enflasyon bastırılmış/saklanmış enflasyondur ama halen, şu anda mevcuttur; sadece sahneye çıkmak için seçim sonrasını, sırasını beklemektedir. Mesela piyasadaki durgunluk nedeniyle üretici fiyatlarındaki enflasyonu nihai müşteriye yansıtamayan esnafın cebinde bekleyen ek enflasyondan bahsediyorum. Onun enflasyonu (ÜFE) %20’yi geçmiş, halka nasıl %12’den (TÜFE) mal verecek, verirse daha ne kadar verecek, verdiğinde zaten azalmış sermayesini neye yüklemiş olacak? Mesela Mehmet Şimşek ve bir çok iktisatçının şimdiki enflasyonun sebebi olarak gösterdiği döviz kuru artışlarının önümüzdeki günlerde geçirgenlik (pass through) etkisiyle yaratacağı ek enflasyondan bahsediyorum. Kur artışlarının benzine yansımasını bir süreliğine resmî “tedbir”lerle önleyebilirsiniz de diğer fiyatlara yansımasını nasıl engelleyeceksiniz?
Bu enflasyonun daha önceki yüksek enflasyon dönemlerinden bir çok açıdan daha kötü olan bir yönüne de işaret edelim. Bu enflasyon üstelik büyük bir durgunlukla beraber seyrediyor. İpotekli konut satışları son rakamlara göre üçte bir düzeyinde düştü, konut fiyatları da yatay seyretmeyi de bıraktı düşüş eğiliminde buna rağmen böylesi bir enflasyon var. Otomotivciler Derneği’nin dün açıkladığı rakamlara göre ise inşaattan sonra ekonomiyi ayakta tutan ikinci dev sektör otomotivde de işler parlak değil. Otomobil ve hafif ticari taşıtlarda geçen mayıstan bu mayısa kadar olan satış düşüşü %15’i bulmuş! Buna rağmen 2003 kriz yıllarından beri görülmemiş bir enflasyonla karşı karşıyayız.
Fakat Mehmet Bey dediğiniz doğruysa bu vatana ihanet!
Enflasyon açıklandı ve daha yakın zamanda AKP içinde istenmeyen adam olan ama şimdilerde Batı parasını tavlamak için yeniden vitrine sürülen Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek arka arkaya sosyal medyada paylaşımlar yaptı. Bir paylaşımına göre enflasyonun nedeni petrol fiyatları ve kurdaki yükselişlermiş. Yılın 2. yarısında enflasyon düşüş trendine girermiş. Bunu birazdan inceleriz ve fakat bir iddiası daha var. Diyor ki seçimden sonra enflasyonu aldıkları tedbirler ile kolayca düşüreceklermiş. Fakat Mehmet Bey, bildiğiniz gibi AKP’lilerin herkesi kolayca vatan hainliği ile suçlamak gibi bir alışkanlıkları gelişti. Hatırlatalım; eğer bu dediğiniz doğruysa, yani AKP’nin enflasyonu düşürecek formülleri, alacağı tedbirleri var da bilhassa almıyorsa, bu açıkça vatana ihanet sayılabilir. Çünkü enflasyon ve bununla çok ilgili döviz kuru, faiz yükselişleri; üçü bir arada memleketi de milleti de perişan ediyor. Böyle giderse Türkiye tarihinde ilk defa G-20 grubundan düşebilir. Daha fenası ülke büyük bir krize girebilir. Vatandaşlar halühazırda gitgide yoksullaşıyor, bazıları işerini kaybediyor. Sırf “seçimde oy kaybetmeyeyim” diye tedbir almayı bekletiyorsanız o zaman bunun adına ne denir, siz cevap verin! Diğer yandan sosyal medya paylaşımlarınızda söylediğinizin tersine enflasyonu durduracak bir formülünüz yoksa… Bu kez de “Niçin yalan söylüyorsunuz?” diye sormaz mı size bu ülkenin vatandaşları?
AKP yeniden seçilirse vah geldi vatandaşın başına
Aslında mesele şu tabi… AKP’nin ekonomi heyeti, enflasyonu, kuru ve faizi dizginlemek için almayı düşündüğü tedbirlerde bütün yükü yoksul halkın sırtına yüklemeye kararlı. O nedenle bu tedbirleri asla seçim öncesi açıklamaya cesaret edemiyor. Yoksa enflasyondan en çok zarar gören yoksul ve orta halli vatandaşlara bu önlemleri seçim öncesi açıklamaktan niye kaçınsınlar?
Bu durumda AKP 24 Haziran’da seçimi kazanırsa vah geldi vatandaşın başına. Artık vatandaşın oyuna -hele de birkaç ay sonraki yerel seçimlerden sonra- ihtiyacı kalmayan AKP’nin Londra seferinde “faiz lobisi”ne kapalı kapılar ardında verdiği sözleri yerine getireceği, vatandaşı ekonomik mânâda IMF programlarından bile bin beter tokatlayacağı kesin. Eh, AKP’li bile olsa aklıselim sahibi bir vatandaş da bu durumda seçimlerde AKP’nin ekonomi kurmaylarına o fırsatı verecek bir mutlak güç bahşetmez ise, kınanır mı yoksa sağduyunun gereğini yerine mi getirdi denir? Berat Bey AKP’li vatandaşların aklını toptan küçümseyip, ”Uzaya yol döşeyecek desek inanıyorlar” demiş ve hatta buna inanmış bile olabilir. Bakalım vatandaş da buna inanıyor mu?
Enflasyonun sebebi kur değil, kur yükselişinin sebebi enflasyondur
Sayın Erdoğan’ın “Faiz Sebep Enflasyon Neticedir” doktrinini ama açık ama örtülü eleştirmeyen doğru dürüst iktisatçı kalmadı. Büyük ölçüde haklıydılar üstelik. Ne var ki aynı dönemde döviz kuru ile enflasyon arasındaki ilişkideki bir başka acayip doktrini, belki de açık seçik dile getirilmediğinden- kimse eleştirmiyor. “Döviz Kuru Sebep, Enflasyon Neticedir” doktrininden söz ediyoruz. Uzun zamandan beri iktisatçılar da meseleyi daha çok şöyle tartışıyorlar: Döviz kurundaki %1’lik bir artış enflasyonda yüzde kaç artışa neden olur? Aslında bu sorunun tek bir karşılığı yok. Kimi araştırmalar bunu %45-65 aralığında bulurken kimi araştırmalara göre %10-20 arası. Aslında bunda garipsenecek bir durum da yok ekonominin farklı konjontürlerinde bu geçişgenlik katsayısı da değişebiliyor. Örneğin döviz kurunun yavaş arttığı zaman ile hızlı bir ivmeyle ani yükseldiği, ya da sabit bir ivmeyle sürekli yükseldiği zamanların etkisi farklı olabiliyor. Aynı şekilde enflasyonun hızlı olduğu veya yavaş olduğu zamanlarda da geçirgenlik farklı olabiliyor. Ya da ekonominin hızlı büyüdüğü veya nispeten durgun olduğu zamanlarda etki yine farklı oluyor. Ayrıca her enflasyon endeksine aynı oranda yansımayabiliyor. Toptan eşya fiyatları endeksine, özellikle de bunun ithal malları oranının büyük olduğu kimi alt bölümlerinde yansıma daha kuvvetli olurken ithal malları yoğunluğu az olan bazı tüketici fiyat endeksleri alt bölümlerinde çok daha az olabiliyor. Bir başka konu da zaman… O da tümüyle durağan ve kolayca formüle edilebilecek bir konu değil. Kimi zaman bahsettiğimiz etki giderek azalan şekilde 1 yıla yayılabiliyor. Başta nispeten az olan geçirgenlik, döviz kuru artışı devam ederse aniden ileriki aylarda birikimli olarak hızlanabiliyor; ve sonra yine giderek yavaşlayabiliyor. Bütün bu etkiler endekslerdeki ticarete konu olan malların (tradable goods)ağırlığına ve bunlar içindeki ithalat ağırlığına bağlı da olduğundan, kur yükselişi nedeniyle pahalılaşan ithal malları yüzünden bir kısım talebin yerli muadillere kayması, bu arada ithal ikamesi yoluyla bazı ithal malları ile rekabet edebilecek yerli mallarının da bir süre sonra üretilmesi, söz konusu katsayıları değiştirebiliyor. Velhasıl kur geçişgenliğinin, döviz kuru yükselişinin sebep olduğu ek enflasyonun oranının değişken ve çok sayıda faktöre bağlı olduğunu ama yine de hiç değilse kısa dönem için endeks bazında belli bir istikrara sahip olduğunu söylemek mümkün. Döviz kuru artışı sürekli ve yüksek oranlı olmadığı müddetçe bunun etkisinin hem düşük hem de giderek sönümlenen bir etki olduğunu belirtmek de yanlış olmaz. Etkisi ihmal edilemez ama Türkiye’deki enflasyonu döviz kuru yükselişine bağlamak çoğu kere önemli bir yanlış sayılabilir. Döviz kuru tıpkı başka maliyet kalemlerindeki artış gibi bir maliyet enflasyonuna sebep olursa da, bir kereliğine gerçekleşen bu maliyet artışı bir süre sonra fiyat artışları üzerindeki etkisini giderek sönümlenerek kaybeder.
Peki ya maliyet artışları ve/veya döviz kuru artışları sürekli devam ediyorsa?
İşte o zaman da bu maliyet artışı veya döviz kuru artışının sebebi arızî, sektörel, konjonktürel bir şey değil demektir. Bu durumda maliyetleri oluşturan malların ve/veya dövizin artışının (ve enflasyonun da) gerisinde farklı, bir başka ve asıl sebep var demektir. Yani döviz kuru, enflasyonu arttıran sebep olmayıp, ikisini de arttıran bir başka sebep vardır. Hâttâ daha doğru bir ifade ile sebep sonuç ilişkisi aslında işte o “X neden” -> Enflasyon –>Döviz Kuru Yükselişi şeklindedir.
Peki o “X neden” nedir? Enflasyon kelime anlamıyla “şişme” demek olduğundan ve bu konuda devasa bir literatür de bulunduğundan gerçek bir maddi üretime gerek duyulmadığı için adeta “hava” ile şişebilecek tek şey para ya da kredi, günümüzdeki moda terimle “likidite”dir. Bir mal üretmek için maddi girdiler, yine sınırlı olan bilgi ve yetişmiş eleman ve yatırım sermayesi gerekir. Bunları öyle canınız istediği gibi ilanihaye şişiremezsiniz. Bu anlamıyla süregiden bir enflasyon varsa bunun sebebi maliyetlerin yükselmesi değildir. Tersine maliyetler, enflasyon yükseldiği için yükselmektedir. Döviz kuru yükselişinde de durum aynen böyledir.
Para-Kredi-Likidite mevzuuna gelince “üretim” mal ve hizmet üretiminden farklıdır. Günümüz para-kredi sisteminde banknot makinelerinin bile çalışmasına gerek kalmadan bilgisayar ekranından banka (ve merkez bankası) kayıtlarında bir dokunuşla para ve kredi üretilebilmektedir. Özetle bu kalem neredeyse bedavaya “şişme”ye (inflate/inflation) müsaittir. Yüzyıllardan beri de biliniyor; piyasadaki para/kredi miktarı, likidite, işte her ne deniyorsa (ki her birinin gücü ve etkisi farklı olabilir) şiştikçe piyasadaki fiyatlar da şişer, yükselir. Elbette fiyatlar yükseldikçe girdi olan malların da fiyatı yükselir ve bir sonraki zaman döneminde maliyetler attığı için biz bunu bir “maliyet enflasyonu” sanırız.
Tersten konuşacak olursak genel olarak malların fiyatının yükselmesi demek o ülke parasının alım gücünün azalması demektir. Bir paranın değeri ise gerçekte o paranın satın alabileceği mal sepetinden ibarettir. O zaman yine basitçe söyleyebiliriz ki diğer ülke paralarının satın aldıkları mal sepeti aynı kalırken, ya da pek az azalırken mesela 100 birim Türk lirasının alabileceği mal kümesi düşüyorsa, Türk Lirasının alabileceği diğer para miktarları da ister istemez düşecektir. Çünkü hiçbir ülke işadamı sizin düşük değerli paranıza karşılık eskiden olduğu gibi aynı miktarda kendi ülke parasını sürekli verecek kadar enayi değildir.
Denilebilir ki enflasyon karşısında TL eskisi kadar mal satın alamayacak duruma düştüğü halde TL dövizler karşısında aynı ölçüde değer kaybetmediği gibi bazen tersine değer de kazanıyor. Bu nasıl olur? Günümüz dünyasında sermaye hareketleri de büyük oranda serbest olduğundan ülke yöneticileri daha yüksek getiriler önererek bu sermayeyi kendine çekmeyi başarabilir. O takdirde, kurların değeri de döviz piyasalarında alınıp satılan döviz miktarıyla belirlendiği için içeriye giren döviz arzı arttığından mesela TL, aksi takdirde olması gerekenden daha az değer kaybeder, hatta geçici olarak dövizlere karşı değer bile kazanabilir. Eğer yurt dışında istisnai nedenlerden dolayı (2010’dan sonra dünyada olduğu gibi) aşırı bol bir likidite varsa bu gayrinormal durum, olması gerekenden daha uzun sürebilir. Peki sonra ne olur? Bir müddet sonra öyle veya böyle bu anomali düzelir ve TL sadece o konjonktürde normal olarak kaybettiği değer kadar değil, evvelce kaybetmesi gerektiği halde döviz piyasasındaki yukarıda değindiğimiz farklı değerlemeler nedeniyle kaybetmemiş olduğu değeri de üstüne ekleyerek, bu kez çok daha yüksek düzeyde değer kaybeder. Geçmişte bir çok kereler ve şu sırada yine kısmen başımıza gelen de budur.
Peki Türkiye’nin yaptığı da sürekli para “basarak”, likidite yaratarak TL’nin mal satın alma kapasitesini ya da değerini diğer ülkeler paralarına karşı düşürmek miydi? Evet!
Örneğin doların anavatanı ABD’ye bakalım. Son yıllardaki ortalama enflasyon oranları: 2015: % 0,1- 2016: 1,3- 2017: 2,1 ve 2018 ortalarına doğru 2,5 civarında… Peki Türkiye’nin? 2015: %8.8- 2016: 8,5- 2017’de ise aralık ayında yıllık %11.9 idi. Bugün açıklanan Mayıs enflasyonu ile yıllık oran %12’yi geçti.
Yukarıdaki grafik OECD’nin sitesinden. 2010 yılı=100 alınarak dar para arzının yükselişini gösteren endeks. Mavi çizgi Türkiye, kırmızı çizgi ABD, siyah çizgi ise OECD ortalamasını gösteriyor. Bilindiği gibi dar para arzı, devletin bastığı banknotlar ve madeni paralar ile bankalardaki vadesiz mevduatlardan oluşuyor. Aynı dönemde muazzam bir bilanço genişlemesi yapan ABD merkez bankası FED’e rağmen ABD dar para arzı ancak 2 misli olurken böylesi bir nicel genişleme programı yürütmeyen, üstelik her yaptığı açıklamada alay eder gibi “para politikasındaki sıkı duruş kararlılıkla sürdürülecektir” ibaresini papağan gibi yineleyen TCMB’nin ülkesi Türkiye dar para arzını hemen hemen 4 misline çıkarmış. Üstelik Batı ülkeleri genel olarak dar para arzındaki nicel genişleme operasyonları sonucu olan yükselişi, geniş para arzında frenlemişler. (Geniş para arzı ülkelere ve çeşitli tanımlarına bağlı olarak dar dar para arzına nispeten kısa/orta vadeli -ör. 2 yıla kadar olan- mevduatları, repo tutarlarını, benzer vadeli bazı menkul kıymetleri ve para piyasası fonları gibi likit araçları ekleyerek bulunur.) Bunu da 2008 krizinden sonra kriz yol açan bankaların aşırı ve gevşek borç uygulamalarını kısıtlayarak yapmışlar. Halbuki Türkiye dışardan aldığı borçları da uzun süre geniş para arzını arttırmakta da kullandı. Ne var ki son yıllarda özel bankalar hükümetin zorlamalarına rağmen yeterli fon miktar ve maliyet koşullarını yerine getirmekte zorlanmakta kamu bankalarının boşluğu doldurmak için verdikleri aşırı kredilere rağmen geniş para arzının yükselişi dar para arzının gerisinde kalmaktadır.
Sonuçta mesele açıktır. Türkiye aşırı ve kısmen karşılıksız ve kısmen borç paraya dayalı (ki bu da son analizde yine bir cins karşılıksızlık sayılmalıdır; çünkü içeride üretim olarak karşılığı yoktur, dışarıda da aşırı yaratılmış likiditenin ürünüdürler) alım gücü yaratmış bu da enflasyona yol açmıştır. Bu enflasyon, bir süre başlıca 2 nedenden dolayı gözlerden saklanabilmiş ya da baskılanabilmişti. Bu nedenler de:
- İçeri giren yabancı para bolluğunun TL’yi suni ve geçici olarak değerlendirmesi ile İthal mallarının yine suni olarak ucuza gelmesi
- 2) Çin ve benzeri ülkelerin pek çok malın fiyatını düşük maliyetle üretmeleriydi.
Buraya kadar analiz sadece basit bir parasalcı (monetarist) yaklaşım gibi algılanabilir. Bu haliyle o algılama yanlış da olmaz. Elbette ki bütün bir 70’ler-80’lere damgasını vurmuş o parasalcı-Keynesçi tartışmasından derlenen kimi karşıt Keynesgil itirazlar tam burada öne sürülebilir. Ne var ki bu çapta bir parasal genişleme söz konusu olduğunda ve şu an buradaki amacımız doğrultusunda oralara girmek gereksizdir; çünkü işin özünü değiştirmezler.
Ne var ki parasalcılık, daha çok ideolojik bir doktrin olduğundan meseleyi para arzı noktasında keser. Devlet para basıyor, merkez bankası ise seyrediyordur; aşırı ve karşılıksız alım gücü ortaya çıkmış fiyatlar artmıştır. İşte o kadar! Para arzının arkasındaki asıl sebepleri araştırmaktan özenle kaçınır. İşin gerçeği ise devletler (ve bankalar) sadece ehlikeyif veya sorumsuz oldukları için (gerçi o da var tabii) para basmaz. İktidardakiler kendisini iktidarda tutacak güçleri desteklemek için kaynak yaratmak, ayrıca iktidarda gelme amaçlarını gerçekleştirmek için de daha fazla kaynak yaratmak zorundadırlar. Bu işi yaparken kullandıkları yol ve yöntemlerin maliyeti de farklıdır. Mesela bir kısmı daha uzun vadede işe yarar ama daha az para gerektirir; diğer bazıları daha çabuk etkili ama daha masraflıdır. Böylece iktidara gelirken aşırı para basmayacakları, bütçeyi bozmayacaklarını konusu en önemli vaadlerinden biri olan, bu vaadle hâtt bir cins amentüleri sayılabilecek Amerikan Cumhuriyetçi partisi başkanları: Reagan-Baba, oğul Bushlar en çok para basan^, bütçeyi de alt üst eden başkanlar oldu. Çünkü kendisini destekleyen iş alemine özellikle bankacılık ve silah sanayine talep yaratmalıydılar; ötesi, dünyadaki ABD hegemonyası için askeri masraflar gerekliydi.
Emperyalizm bazen kârlı ama her zaman pahalı bir meslektir.
“100 yıllık parantezi kapatmak” sevdası iflasa sürüklüyor
Türkiye’nin şimdi içine düştüğü ekonomik sorunlar da karşılıksız para basma ve aşırı borçlanmanın (bu ikisi piyasadaki aşırı paranın iki kaynağıdır) bir sonucu olsa da, para basmak sorunların asıl sebebi değildir. AKP içeride enflasyona sebep olan aşırı likidite üretiyor; çünkü o likiditeyi kendi yeni rejimini inşa etmekte kullanıyor. Bu likiditenin başlıca harcama kanalları neler? Mesela otoriter yeni-İslamcı rejimi oluşturmanın her yeni aşamasında ikide bir yapmak zorunda olduğu seçimlerde oy toplamak için vatandaşlara bir cins rüşvet, bir cins ulufe edasıyla dağıttığı paralar… Fakat bu harcamalar, kömürler, makarnalar, ufak tefek aile yardımları belli bir kurnazlık, hafiften gizli bir şantaj içerse de gene en masumları… Sürekli seçimler, seçim aralarına serpiştirilen lüzumsuz referandumların asıl zararı ülkeyi ve ekonomiyi sürekli bir gerilim ve belirsizlik içinde tutmak… Bunun dengeleri bozucu etkisi dağıtılan makarnalardan daha fazla.
İkinci büyük harcama kalemi kendine yakın işadamlarını ve üstünde yükseldiği “Beton, Millet, Sakarya” ekonomisini desteklemek için inşaat sektörü bataklarına, Yap-İşlet-Devret (Yeni adı Kamu-Özel-İşbirliği) bataklarına para yetiştirmek için kamu bankaları eliyle dağıttığı krediler, bütçeden verdiği kredi garantileri… AKP’nin 2010-2017 arası 7 yılda inşaat çukuruna gömdüğü para Prof. Erinç Yeldan’ın hesaplamalarına göre 551 milyar dolar. Buna bütçe garantileri dahil değil.
Fakat bir başka ve bundan da daha habis özellik taşıyan harcama daha var. Savaş ve savaşla ilintili harcamalar.Öncelikle kötü bir Ortadoğu, bilhassa Suriye politikası yüzünden sayıları 4-5 milyonu bulan mültecilere harcanan devasa paralar. Ne var ki sıradan mülteciler -işçi ücretlerini düşürerek ekonomideki artı değeri /sömürü oranını ve dolayısıyla aşırı kârları arttırarak- “zararlarını” kısmen telafi ediyor; bu ülkenin çalışan vatandaşlarının aleyhine olarak elbette… Diğer yandan Suriye’deki maceralar nedeniyle on binlerce silahlı cihadçı militan aileleriyle birlikte besleniyor, silahlandırılıyor. Bunların masrafları uzun vadede çok daha fazla. Oralarda girilen sınır ötesi askeri harekatlar ucuz değil. Harekatlardan sonra kazanılan yerleri elde tutmak daha da pahalı.
Bir de iç terör var elbette. Büyük toplumsal maliyetler pahasına 2002’de neredeyse bitmiş olan iç terör yine kötü politikalarla önce hortlatıldı… Sonra yeni rejim inşası sırasında ayak bağı olmasın diye büyük tavizlerle gizli saklı (adına “çözüm süreci” denen) pazarlıklarla güçlendirildi ve en nihayet artık zapt olunamaz olunca, Suriye politikalarına engel görülünce, çözüm sürecinin bizatihi kendisi AKP’ye oy kaybettirince içeride de meseleyi sadece şiddetle çözme yoluna dönüldü. Gerek içeride gerek dışarıda olan çatışmaların rakamları doğru dürüst bilinmiyor ancak on milyarlarca dolar olduğu şüphe götürmez. Bu konuda yaptığım bir çalışma yeni yayımlandı ve orada çok ilginç rakamlar var. Sadece tek bir rakama işaret edeyim ki buzdağının sadece su üstünde görünen kısmı: 2018 yılı savunma ve güvenlik bütçesi rekor kırdı. Ödeneği en fazla arttırılan kurum Savunma Bakanlığı oldu. 2017 yılı bütçesine göre (ki o yıl da bu harcamalar çok yüksekti) Savunma Bakanlığının bütçesi %41 arttırıldı. Başlangıç ödeneği 92 milyar TL. Sonuçlanan harcama kaç olur Allah bilir. Bunlar ise dediğim gibi sadece işin küçük bir parçası. Savunma sanayine dökülen paralar da astronomik. Savunma sanayinin yıllık cirosu daha 2016 itibarıyla 10 yıl öncesine göre 4 kat artıp 6 milyar dolara yükselmişti ve aldığı siparişler ise 1 yılda % 55artıp 12 milyar doları bulmuştu. Velhasıl, halkın ülke güvenliğini önemsemesinden bilistifade çoğu yandaş şirket, hâttâ aile içi şirketlere devlet kesesinden gerçekten korkunç miktarlarda para aktarılıyor. İşin bu noktasında polis ve jandarma teşkilatına iç güvenlik dolayısıyla harcanan paralara girmiyoruz bile.
Sonuçta Atatürk’ün Yurtta Barış, Dünyada Barış politikasından ayrılıp, içte dışta maceralara girilir ve kendisini iktidarda tutması için artı değer üretmeyen, ihracat yapamayan yandaş firmalara oluk gibi para aktarılırsa… İslamcı bir eğitim düzeni kurmak için her yerde imam hatip açılıp, İslamcı bir bürokrasi ve güvenlik kuvveti yaratmak için anormal miktarda kadro işe alınırsa… Yeni rejimin saltanat taklidi ruhu gereği muazzam bir kamusal israfa girişilirse… Nereden gelecek bu değirmenin suyu? Para basılıyor, borç alınıyor, o borç alınan paralarla tekrar para basılıyorsa enflasyonun da, döviz kuru artışının da sebebi işte bunlar.
Dünyanın siyasal tarihi bize üç şey öğretir: Savaş ve çatışma çok pahalıdır. Bir rejimi (100 yıllık parantez deyip) yıkmaya çalışıp, yerine yenisini kurmaya gayret etmek daha da pahalıdır. Son olarak kurulabilse bile bu cins bir istibdat rejimi doğası gereği dünyanın en müsrif, en pahalı rejimidir. Bunların üçünü de aynı kısa zaman aralığında yapmaya çalışırsanız iflas etmeniz ve ülkeyi mali yönden batırmanız neredeyse kaçınılmazdır. Şu anda çatırtılarını işittiğimiz ekonomik sarsıntıların asıl sebebi de işte budur.
Çözüm mü? İktisatçılarımızın bir süredir ısrarla talep ettikleri TCMB para politikalarının “normalleşme”si yetmez. Ülke, ekonomisi ve ama ille de siyasetiyle birlikte normalleşmeye yönelmeli. Kutuplaşma siyasetleri sürdükçe ekonomide normalleşme hayal. Tarihten alınabilecek bir ders daha varsa o da pekala şu olabilir: Kötü ekonominin siyasi istikrarı bozduğu ne kadar doğruysa, kötü siyasetin ekonomiyi bozduğu daha bile fazla doğrudur.