Cüneyt Akman: TCMB BAŞKANLIĞI ÖZELİNDE CUMHURBAŞKANLIĞI REJİMİNİN YASALLIĞI, KEYFÎLİĞİ VE UNUTKANLIĞI MESELESİ
3 Nisan 2021Bir ülkede en kritik on kurumun sayılmasını istesek şu devlet işlerini bilen yerli yabancı eşhastan, hemen hemen hepsinin, merkez bankasını bu ilk 10 kurum içinde sayacağı kuşkusuz. Bazısı ilk beşe de sokabilir.
Bu merkez bankası denen kurumlar öyle çok da eski değildir hani… İki, üç örneği saymazsak neredeyse tamamı bugünkü tarifiyle bir merkez bankası olarak 1930’lardan sonra kurulmuştur.
Buna rağmen kurumsal niteliklerine, hukuki yapı ve yetkilerine bunlar kadar dikkat edilmiş, bunlar kadar ayrıntılı düzenlenmiş az kurum vardır.
Bir zamanlar Türkiye’nin merkez bankası da öyleydi.
**
Bir merkez bankasının içinde önemli organlar vardır (Banka Meclisi/Guvernörler Meclisi), Denetim Kurulu, daha geç tarihlerden itibaren bir de Para Politikası Kurulu…
Fakat bir merkez bankasının en önemli organı şüphesiz Başkanlık organıdır. Yani merkez bankası başkanı… O tek kişinin gayet geniş yetkileri, sorumlulukları ve net olarak belirtilen atama süresi bankaya has kanunlarda ayrıntılı bir şekilde belirtile gelmiştir.
Bir zamanlar bizim Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı’nın durumu da aynı öyleydi.
Ta ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) devletin kurumsal yapısını hallaç pamuğu gibi atana kadar.
GEÇMİŞ PERSPEKTİFİNDEN BUGÜNE BAKIŞ
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) bildiğim her ülke merkez bankası gibi kendine ait bir kanunu mevcuttur. Bu kanunun evveliyatı 1930 tarihine kadar gider.
Yeni cumhuriyette bir merkez bankası kurulma fikri 1923 yılındaki İzmir İktisat Kongresi’ne kadar gider.
Gelgelelim 1920’li yıllar ABD’nin borsa çevrelerini saymazsak dünya için hele de onyılın ikinci yarısında bir felaketler silsilesiydi. 1926’dan beri şiddetlenen tarım krizi, Wall Street’te 24 Ekim 1929 Cuma günü başlayan borsa kriziyle tam tekmil bir küresel ekonomik krize dönüşmüştü.
Avrupa’da bunu rekabetçi devalüasyonlar, savaş tazminatlarının yıkıcılığı, şiddetli enflasyon ve şiddetli depresyonun birbirini takip ettiği ekonomik felaketler izlemişti. Osmanlı borçları meselesi henüz çözülememiş, yeni devlet henüz gümrük bağımsızlığını kazanamamıştı.
Sonuçta bütün yirmiler sermaye bulmak ve yabancı uzmanlardan da görüş alarak gerçekten güvenilir bir kurumsal yapı oluşturmak çabalarıyla geçmişti.
Nihayet 11 Haziran 1930’de 1715 sayılı yasa ile TCMB 15 milyon sermaye ile bir anonim şirket olarak kurulmuştu. Ne var ki küresel ve ülke içi ekonomik zorluklar Türkiye’yi ciddi bir ödemeler dengesi zorluğuna sokmuş TL’nin değer kaybı durdurulamayınca çaresiz döviz konusunda sıkı bir düzen getirene ünlü Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 1567 Sayılı Yasa 20 Şubat 1930’da çıkarılmıştı.
Ekonomik zorluklar nedeniyle bir türlü bulunamayan (özellikle döviz cinsi) sermaye, en sonunda bir Norveç menşe’li Amerikan şirketine (American-Turkish Investment Corporation) kibrit ve çakmak imtiyazı verilerek zar zor elde edildi.
TCMB kanunun çıkarılmasından 16 ay sonra 3 Ekim 1931’de zar zor faaliyete geçebildi.
1923 ile 1931 arasında hem dünyada hem Türkiye’de merkez bankasının dayanacağı temeller ve ilkeler konusunda önemli değişmeler yaşanmıştı.
1.Büyük Savaş’tan sonra bütün dünyada eski uluslararası para düzenine yani altın standardına dönüleceği ümid ediliyordu. Dünyada pek az ülkede merkez bankası mevcuttu ve savaş sonrasında ardı ardına toplanan biri Şubat 1920’de Amsterdam, diğeri eylül sonu ekim başı Brüksel’de 1920’de ve nihayet 1922 Mayıs başında Cenova’da toplanan uluslararası konferanslar savaş sonrası ekonomik ve parasal sorunlara çözüm olarak merkez bankalarının yaygınlaştırılmasını önermişlerdi. Fakat eski altın standartlarına uyum gösterecek şekilde…
Türkiye de bu önerileri takip ederek bir merkez bankası kurmayı düşünüyordu. Ne var ki 1930’a gelindiğinde ne altın standardına dayalı bir uluslararası para sistemi artık işlevini görebiliyor, ne bunun dayandığı liberal bir uluslararası ekonomik ve siyasal düzen ayakta kalabiliyordu.
Onun yerine kaotik bir parasal düzen, şimdiki kibar “popülist” terimi gibi o günlerde de kibarca “korporatist” denen otoriter rejimler hâkim olmaya başlamıştı. Demokrasilerde bile daha sonra “dirijizm” denecek daha kapalı, ekonomiye daha çok devlet müdahalesinin olduğu sistemler yaygınlaşıyordu.
Böylece TCMB önceki yılların zihnî ve kurumsal hazırlıklarının hemen hiçbir işe yaramadığı bir ortama doğdu.
Yine de eski usul özerk hâttâ özel merkez bankalarını taklit edecek şekilde o eski zihniyete bağlı kalmaya çalışarak, özel kesimin katılımına açık, kendine has bir A.Ş olarak kuruldu.
1960’dan sonra başka pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de planlama ve ithal ikamesi rejimi/karma ekonomi tercihi yapılınca, devletin ekonomi üzerinde Türkiye’de –zaman zaman olanca liberalizm iddialarına rağmen- zaten çok olan etkisi iyice arttı.
Aynı yıllardan itibaren her gelen yeni ara rejim ve bunu takip eden “sivil” rejim fırsatçılıklarında yürütmenin yasama üzerindeki gücünü arttıran yasal düzenlemeler yapılmaya başlandı. Fakat daha vahimi, ileride göreceğimiz gibi, yıllar içinde adeta parlamentoyu bypass etmeye kadar varacak bir Kanun Hükmünde Kararnameler metodu yaygınlaştı.
Bu genel değişimden merkez bankası elbette etkilendi ve 14 Ocak 1970 tarihinde kabul edilen 1211 sayılı T.C. Merkez Bankası Kanunu’nda devletin TCMB üzerinde etki gücü ve TCMB’nin de devleti finanse etme mecburiyeti arttı. Buna rağmen TCMB Kanunu ve TCMB kurumsal nitelikleri zaman içinde önemli değişikliklere de uğrasa temel özelliklerini korudu.
KENDİ KANUNUNDA ESAMİSİ OKUNMAYAN BAŞKAN
Gelin daha güncel meselelere girmek için bu kanunun bazı ayrıntılarına göz atalım.
Kanun’un II. Kısım’ı Bankanın Teşkilat ve Organları adını taşır. 13. Maddede bu “organ”lar şöyle sayılır: a) Genel Kurul, b) Banka Meclisi, c) Para Politikası Kurulu, d) Denetleme Kurulu, e) Başkanlık (Guvernörlük), f) Yönetim Komitesi.
Yani “Başkanlık” bankanın başlı başına bir organdır.
Elbette kanun bütün BU organların yetkilerini ve görev sürelerini sayar; daha doğrusu “sayardı” demek gerekiyor herhalde…
Mesela Banka Meclisi üyelerinin görev süreleri 20. Maddede “Banka Meclisi üyelerinin görev süresi üç yıldır. Her yıl Meclis üyelerinin üçte biri yenilenir. Birinci ve ikinci yılsonunda Banka Meclisinden ayrılacak üyeler ad çekme ile tespit edilir” diye gayet ayrıntılı ifade edilmiş.
Kanuna gerçek anlamıyla ancak 2001 Nisan’ında girdiğini söyleyebileceğimiz Para Politika Kurulu’nun (PPK), Başkan’ın önerisiyle Banka Meclisi dışından atanacak bir üyenin görev süresi de yine Kanun’da dikkatlice ifade edilmiş:
“Atanacak üyenin para politikası konusunda çalışmalarının bulunması ve ekonomi, işletme, bankacılık ve finans alanlarından birinde akademik unvana sahip, görevi ile ilgili alanda en az on yıl çalışmış, yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olması gerekir. Bu üyenin görev süresi beş yıldır.” (Madde 20/A)
PPK’nın, başkan yardımcıları dışındaki bir üyesi ise zaten Banka Meclisi üyesidir ve onun da görev süresi yukarıda da belirttiğimiz gibi Kanun’da bellidir ve ilgili maddede “Banka Meclisi üyeliği görevi sona erenlerin Para Politikası Kurulu üyeliği de sona erer” denilerek ayrıntılandırılır.
Denetleme Kurulu da ihmal edilmemiştir. 23. Madde’de “Denetleme Kurulu, Genel Kurulca seçilecek dört üyeden oluşur.(…) Denetleme Kurulu üyelerinin görev süreleri iki yıldır” denilir.
Gelelim bankanın belki de en önemli organı olan Başkanlığa…
Kanun’un IV. Bölümü münhasıran Başkanlığın, görev, yetkilerine ayrılmıştır. 25. Maddesi’nin başlığı ise aynen şöyledir: Atanma, nitelik ve görev süresi.
Madde aynen şöyledir: “Başkanın (Guvernör) yüksek öğrenim görmüş, maliye, iktisat ve bankacılık alanlarında bilgi ve tecrübe sahibi olması şarttır.”
Şimdi diyeceksiniz ki hani burada atanma şekli, hani burada görev süresi?
Haklısınız!
Tabi ama bunda Kanun’un suçu yok.
Zira Kanun’un orijinal 25. Maddesi aslında şöyleydi: “Başkan (Guvernör), Bakanlar Kurulu kararıyla beş yıllık bir dönem için atanır. Bu sürenin sonunda yeniden atanabilir. Başkanın (Guvernör) yüksek öğrenim görmüş, maliye, iktisat ve bankacılık alanlarında bilgi ve tecrübe sahibi olması şarttır.”
Peki ne oldu o maddedeki ilk iki cümleye?
2 Temmuz 2018 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kanun Hükmünde Kararnamesi ile (703. No.’lu KHK) Kanun’dan o cümle kaldırıldı.
Evet işte Türkiye’de “demokrasi” böyle çalışıyor; Millet Meclisi’nin çıkardığı bir kanun yürütme tarafından “Kanun Hükmünde” bir kararla ilga edilebiliyor.
Bu saçmalık yeni de değil, şimdiki aşırı kullanımına giden yolu daha önce Demireller, Özallar açmıştı; ama tabi onlar belli sınırlar dâhilinde kalabilmişlerdi.
İyi ama bu durumda TCMB Başkanı kaç yıl görev yapacak, nasıl atanacak ve görevi nasıl sona erecek?
Bunlara geleceğiz ama önce bir de Başkan Yardımcıları meselesi var. Niye mesele derseniz, Para Politikası Kurulu’nun üyeleri olarak ülkenin kaderinde önemli role sahipler de ondan.
Madde 29, Başkan Yardımcılarının seçimlerini düzenler.
Eski hali şöyleydi: “Başkan (Guvernör)’a yardımcı olmak üzere dört Başkan (Guvernör) Yardımcısı atanır. Başkan (Guvernör) Yardımcıları hukuk, maliye, ekonomi, işletme, bankacılık, finans, mühendislik, kamu yönetimi, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ile istatistik alanlarından birinde veya iktisadi ve idari bilimler fakültelerinde lisans veya lisansüstü öğrenim görmüş, yeterli bilgi ve deneyime sahip ve meslekleri ile ilgili olarak en az on yıl çalışmış kişiler arasından Başkan (Guvernör)’ın önerisi üzerine müşterek kararla beş yıl süre ile atanırlar. Başkan (Guvernör) Yardımcıları bu sürenin sonunda yeniden atanabilirler.”
Yeni hali ise şöyle oldu: “Başkan (Guvernör)’a yardımcı olmak üzere dört Başkan (Guvernör) Yardımcısı atanır. Başkan (Guvernör) Yardımcıları hukuk, maliye, ekonomi, işletme, bankacılık, finans, mühendislik, kamu yönetimi, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ile istatistik alanlarından birinde veya iktisadi ve idari bilimler fakültelerinde lisans veya lisansüstü öğrenim görmüş, yeterli bilgi ve deneyime sahip kişiler arasından atanırlar.”
Görüldüğü gibi ne “10 yıl deneyim” şartı, ne “müşterek karar” kalmış ne de Başkan’ın kendi çalışacağı yardımcıları “önerme yetkisi…”
Fakat hatırlatalım hâlâ ortada bir tuhaflık var. Ne Başkan ve Başkan Yardımcıları’nın nasıl atanacağı ne de ne de görev süreleri artık Kanun’da yok!
Buna karşılık TCMB’nin sitesine bakacak olursanız Başkan’larının Cumhurbaşkanı’nca (CB)ve 4 yıllığına atanacağı yazıyor. Fakat dediğim gibi kendi kanunlarında (artık) böyle bir şey yok!
Yani Başkan Bey’lerin kendi kanunlarında esamisi bile okunmuyor desek en pek de abartmış sayılmayız değil mi?
Peki bu 4 yıl ve CB ataması nereden çıkıyor?
Anlatalım. 16 Nisan 2017’de yapılan referandum ile parlamenter sistemin terk edilip Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) denilen Türkiye’ye özgü bir sisteme geçme kararı alındı.
BİR “REJİM” NASIL İMAL EDİLDİ?
TBMM’nde cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmeyi öneren kanunun oylaması ise çok olağanüstü koşullarda, OHAL altında ve bazı milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürüldüğü koşullarda yapıldı.
Kanun’a evet çıktı ama anayasayı değiştirecek çoğunlukta değil; o nedenle referanduma gidildi.
Referandum da açıkça bazı zorlamalara hâttâ kanuniliği tartışmalı kararlar altında yapıldı.
Öncelikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında 21 Temmuz’da Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edilmişti. OHAL’de sadece darbeye kalkışanlar değil neredeyse bütün muhalif kesimler hedef alınmış, devlet kurumlarından, üniversitelerden çok sayıda insan tasfiye edilmiş, yoğun tutuklamalar yaşanmıştı. Hükümete son derece büyük yetkiler tanıyan OHAL bu şartlar altında 17 Temmuz 2018 yılına kadar sürdürüldü.
Dikkat edin 2 sene süren OHAL uygulaması, CB Hükümet Sistemi’ni kuran 703 Sayılı KHK’dan bir hafta sonra hemen kalkıverdi.
Arada olağanüstü koşullarda yapılan bir referandum ile rejim değiştirilmişti.
Normal seçimlerde devlet/yürütme karışmasın, tarafsız olunsun diye Adalet ve İçişleri bakanının görevi bırakmasının adet olduğu Türkiye’de, devletin/yürütmenin her şeye kadir olduğu OHAL altında rejim değişikliği oylandı.
Bu da yetmedi. Seçimin orta yerinde AKP’nin başvurusu ile Yüksek Seçim Kurulu bu kez kendi önceki kararlarına, önceki uygulamalara ve birçok hukukçunun iddiasına göre yasalara açıkça aykırı biçimde mühürsüz oyları da geçerli saydı. Oyların mühürlenmesi gereğinin, o oy pusulasının gerçekliği için konulmuş bir önlem olduğunu hatırlatalım.
Bu çok özel koşullarda bile, oy kullanan 49 milyon 799 bin 163 yurt içi ve 1 milyon 406 bin 573 yurt dışı, toplam 51 milyon 205 bin 736 oy kullanan seçmen içinde ancak 1 milyon 378 bin 322 oy farkla “Evet” oyu imal edilebildi. 862 bin 251 oy ise geçersiz sayılmış veya boş kullanılmıştı.
PARLAMENTOSUZ DEMOKRASİ OLUR MU: BİZ YAPTIK OLDU!
İte kaka da olsa CBHS’ne geçildi ama yüzlerce yasanın, yönetmeliğin, daha bir sürü şeyin değişmesi gerekiyordu.
(Ana)yasal olarak fena halde tartışmalı bir başka süreç de burada başladı. Referandum öncesinde bilindiği gibi TBMM’den 21 Ocak 2017’de 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun geçirilmişti.
Bu kanunda konumuzla ilgili olarak, 8. Maddede “Üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler.” İbaresi geçer.
Fakat bu “üst düzey yöneticiler”in kimler olduğu belli değildir.
Ve daha önemlisi bu anayasal düzenden diğer bir anayasal düzene geçişin yolu da o kadar net değildir.
Üstelik birçok hukukçunun iddiasına göre bu geçiş sürecinde bahsettiğimiz 6771 No.lu Kanun’un koyduğu ana kural dahi ihlal edilmiştir.
Nasıl mı?
Şöyle: İktidar “çok özel” koşullarda TBMM’den geçirdiği kendi yasasının bile hükümlerine uymadı. Şimdiki anayasada da cumhurbaşkanının çıkardığı kararnameler hakkında bazı önemli kısıtlayıcı hususlar vardır. Anayasanın öngördüğü temel hürriyetleri değiştirecek kararname çıkaramaz. Fakat kısıtlamalar bununla da sınırlı değildir. CB’nın kararnameleri kanun yerine geçemez.
Bakın Anayasa’nın 104. Maddesi ne diyor?
“Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.”
Şu anda İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden, “Cumhurbaşkanı gerekirse Montrö’yü de feshedebilir yetkisi vardır” iddialarına kadar birçok kanunsuz işlemin yapıldığı, işte bu maddeye dayanılarak muhalefet tarafından öne sürülüyor.
Fakat dediğimiz gibi asıl sorun bir siyasal rejimden, bu kadar derinden farklı bir başkasına kanunî geçişin nasıl mümkün olabileceği konusuydu.
Bahsettiğimiz 6771 No.lu Kanun’un uygulamaya müteallik 21. Geçici Maddesi’ndeki ifadeye dikkat!
“B) Bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri yapar. (a.b.ç.) Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilen değişiklikler ise Cumhurbaşkanının göreve başlama tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenir.”
Peki altını çizdiğimiz bu şart yerine getirilmiş ve TBMM 6 ay içinde değişiklikleri kanunla düzenlemiş midir?
Hayır!
Peki ne yapmıştır? Yapması gereken değişiklik yerine önce 10 Mayıs 2018’de 7142 No.lu Kanun’u çıkarmıştır. “6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu” adlı bu kanun ile yukarıdaki Anayasa değişikliğine ilişkin kanun hükmü adeta bypass edilmiştir. Bu bypass neredeyse akla gelen her konuda Bakanlar Kurulu’na Kanun Hükmünde Kararnameler çıkararak bu düzenlemeleri yapma yetkisi vermiştir:
“Bu kanunun amacı (…)çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması hususunda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.” (Bkz. Madde 1, https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/05/20180518-2.htm )
Böylece Anayasa referandumunda oylanan anayasa değişikliği kanununun geçişe ilişkin en önemli maddesi, üstelik yasama yetkisini neredeyse tümüyle yürütmeye (Bakanlar Kurulu’na) devreden bir kanun maddesi ile ilga ediliyordu.
Bakanlar Kurulu kendisini fesh etmeden önce adeta bir saltanat yetkisine kavuşuyor ve bu yetkiyi daha sonra yeni yetkileriyle donatılmış olarak göreve başlayacak CB’na devir ve teslim ediyordu.
Böyle riskli bir yol niye tercih edilmişti? Herhalde önümüzdeki yıllarda bu konunun perde arkası detayları daha fazla tartışılacaktır. O günlerdeki yorumlara bakılırsa, beraber yapılacak cumhurbaşkanı ve parlamento seçimlerinde cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan’ın kazanıp, parlamentoda AKP’nin azınlıkta kalma endişesiyle bu yolun seçilmişti
Kimi hukukçular ise bu bypass operasyonunu şöyle yorumlamıştır:
“6771 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanunun yürütmeye ilişkin başta bakanlıkların kurulması olmak üzere birçok konuyu, cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenecek mahfuz alanlar olarak ön-görmesine ve basına yansıyan haberlere göre iktidar partisi bu konuları cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlemeyi düşünmesine rağmen seçim sonrasında yetki tartışması yaşanmaması için tüm bakanlıkların teşkilat ve görev yasalarının kaldırılmasına ilişkin KHK ile düzenleme yapmayı kararlaştırmıştır. (…) Gerçekten de 7142 sayılı Yetki Kanunu ile yasama organının devre dışı bırakılması için gereken mıntıka temizliği yapılmış, Cumhurbaşkanına tek başına dilediğince düzenleme yapabileceği dikensiz bir gül bahçesi bırakılmıştır.” (Korkut Kanadoğlu, Mert Duygun, 7142 Sayılı Yetki Kanunu’nun Anayasallığı: Anayasa Mahkemesinin 2018/79 Karar Sayılı Kararının Değerlendirilmesi, Anayasa Hukuku Dergisi – Cilt: 7/Sayı:13/Yıl:2018, s. 234-235, http://anayasader.org/wp-content/uploads/2020/04/Kanado%C4%9Flu-AYHD-13.pdf.)
Fakat iş burada da bitmiş değildi. Zaten yıllar içinde demokrasinin sınırları daraltıldıkça kapsamı genişletilen KHK uygulamasının, bu kez en geniş yorumuna dahi sığamayacak ölçüde amacı dışında uygulanmasına anayasal açıdan itiraz edileceği kuşkusuzdu.
Nitekim muhalefetten 130 milletvekili bu kritik önemdeki kanunun Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine (AYM) taşımış; ancak AYM 2018/79 kararı ile bu başvuruyu reddetmiştir.
Bu reddin nasıl olduğuna gelince, hukuki detayları oldukça ilginç olmasına karşın gelin biz onları hukukçulara bırakalım ve gerisindeki siyasi operasyona yani, AYM’nin yapısının 2010 Referandumu ile değiştirilmesine dikkat çekelim.
2010 referandumda AKP-Fethullahçı ittifakının AYM’de çoğunluğu ele geçirmeleri sayesinde KHK’ların alan ve yetkisinin genişletilmesine yönelik bir karar alınmış (2011/147) fakat bu karar, oyların eşit çıkması sonucu ancak başkanın görüşü sayesinde gerçekleşebilmiştir. (age, s. 239)
Daha sonra AYM’ye 2016 darbe girişimi sonrası bir operasyon daha çekilmiş, Fethullahçılar gönderilip, AKP yanlısı hukukçular AYM’de net şekilde çoğunluğu oluşturunca muhalefetin 2018 başvurusuna sadece tek bir karşıt oyla Osman Paksüt’ün itirazıyla oy çokluğu ile red gelmiştir.
Özetle önce 2010 referandumu ile ardından 15 Temmuz sonrası, muhalefetin “sivil darbe” suçlamalarına konu olan değişikliklerle, yüksek yargının büyük ölçüde iktidar yanlısı bir yapıya dönüştürülmesi sonucu, Meclis’teki AKP-MHP ittifakı, sadece salt çoğunluklarını kullanarak, anayasayı değiştirme anlamına gelecek “kanun”ları çıkarabilmekteydiler.
Daha kısa bir deyişle, muhalefetin ve kimi hukukçuların görüşüne göre anayasayı ihlal eden kanunlar artık AYM’den dönmüyordu.
Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Nasılsa Meclis, bir anlamda, devreden çıkarılmıştı. Bakanlar Kurulu son bir “intihar eylemi” ile 703 No.lu KHK’yı çıkardı.
“ (…)Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın TBMM’de yemin etmesiyle yürürlüğe girmesine saatler kala yayımlanan 703 sayılı “Anayasada Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”, başta idari teşkilata ilişkin olmak üzere 203 kanunda değişiklik yapmıştır.” (age, s. 235-236)
Böylece, ister inanın, ister inanmayın, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejimi, bir birkaç saat sonra artık anayasal varlığı kalmayacak olan bir Bakanlar Kurulu tarafından alınmış bir adet kanun hükmündeki kararname ile değiştirilmiştir.
Değişik bir bakış açısıyla yorumlayacak olursak, herhalde en trajikomik “karşıdevrim”lerden biri bu olsa gerektir. “100 yıllık parantez” işte böyle kapanmaktadır.
KARARNAMELER REJİMİ
7142 Sayılı Yetki Kanununa dayanılarak aslında 698, 699, 700, 701 ve 703 sayılı KHK’ler çıkarılmıştır.
Konumuz açısından bilhassa önemli olan 2 Temmuz 2018 tarihli 703 sayılı KHK, 143 sayfalık ve 233 maddelik metni ile bildiğimiz şekliyle eski cumhuriyet bitirilmiştir.
Görüldüğü üzere, (ana)yasallığı çok tartışmalı bu KHK’lar yoluyla eski devletin bütün kurumları tek tek yıkılmış ama CB Erdoğan’ın bunları yeni kurallara göre yeniden kuracağı temel de atılmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu çeşitli CB Kararnameleri ile yapmaya girişti.
Konumuz açısından önemli olan 3 Sayılı CB Kararnamesidir.
Bu meşhur 3 Sayılı Kararname ile Cumhurbaşkanı devletteki hemen her önemli kurumu doğrudan kendine bağlıyor ve bunların başındaki kişileri nasıl atayacağını (nasıl görevden uzaklaştıracağını) ve onların ne kadar süre görev yapacaklarını da belirliyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Temmuz 2018 tarihinde TBMM önünde yemin ederek göreve başlamasının ertesi günü 10 Temmuz’da yayımlanan -biraz da aceleye geldiği her halinden belli- bu 10 sayfalık Kararname “Üst Kademe Kamu Yöneticileri İle Kamu Kurum Ve Kuruluşlarında Atama Usûllerine Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” adını taşıyordu.
3 Sayılı Kararname maksadını ilk birkaç maddede izah etmişti.
Merkez Bankası Başkanı ve Türkiye İstatistik Kurumu gibi kuruluşlar da bu kararnamede düzenlemeye tabi tutulmuşlardı: III Sayılı cetvelde ve aşağıdaki gibi…
Dedik ya biraz aceleye gelmiş diye; ilk maddelerde I. Cetvel ve II. Cetvele atıf var ancak III. Cetvel’den bahis yok. Unutulmuş mu bilemem. Artık onu da 2. Maddeye dâhil deyip geçelim isterseniz.
Fakat herhalde trajikomik durumlardan biri de yeni devlet yönetimindeki karmaşıklığı gösteren “Yanlışlıkla Üniversite Kuruldu” haberidir:
“Hatta “Cumhurbaşkanı Kararı’nı yapan/yazan ekip de” 30 Haziran 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2704 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nda “Marmara Üniversitesi” bünyesinde “Mimarlık ve Tasarım ÜNİVERSİTESİ” kurdu. Bu hata kısa sürede fark edildi ki, 1 Temmuz 2020 tarihli Resmi Gazete’de ‘Düzeltme’ yayımlanarak “Mimarlık ve Tasarım Fakültesi” olduğu yönünde yasal düzenleme yapıldı. Asıl ilginç olan ise bu ‘Düzeltme’ yayımlanmasaydı bu üniversite kurulmuş sayılacak mıydı? Daha da ilgincini söyleyeyim size; akademide “Evet kurulmuştu” şeklinde azımsanamayacak ciddi bir baskın görüş bulunmaktadır.” (Bkz. Doç. Dr. Murat Batı, Yanlışlıkla Üniversite Kuruldu; ‘Cumhurbaşkanı Kararı’yla ‘Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ Aynı Şey mi? https://t24.com.tr/haber/yanlislikla-universite-kuruldu-cumhurbaskanligi-karari-yla-cumhurbaskanligi-kararnamesi-ayni-sey-mi,887879)
Benzeri hatalar, daha sonra “… No.lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini Değiştiren Cumhurbaşkanı Kararnamesi” örnekleriyle sık sık karşımızda arz-ı endam ettiler.
Sonuçta T.C de, bazı bakımlardan, alelacele kurulmuş sömürge sonrası Afrika veya Orta Doğu devletlerinde yapılagelen türden hatalarla tanışmış oldu.
Fakat konumuz açısından trajikomik sayılacak asıl nokta bunlar değildir.
Asıl trajikomik husus şudur.
III. Sayılı Cetvel’de her biri 4 yıl görev yapacağı söylenilen TCMB Başkanları, TCMB Başkan Yardımcıları ve TÜİK Başkanının, bu kararname yayınlandıktan sonra görevde bir seneyi tamamlamaları -o da bazen- ancak mümkün olabilmiştir.
(Diğer başlığa geçmeden önce SON BİR NOT: ara başlıktaki “parlamentosuz demokrasi” sıfatını abartılı bulanlar herhalde şimdiki tuhaf sistemde artık parlamentoya neredeyse hiç gek kalmadan “ben yaptım oldu” metotlarıyla devletin yönetilebileceğine ikna olmuştur. Yok olmadıysa yukarıda bahsettiğim yüz küsur sayfalık yetki kanunu ve 3 .No.lu Kararnameyi yeniden okusunlar. Yine ikna olmazlarsa dün Meclis’te yaşananlara bakın: Meclis’te bir yasa muhalefetin oylarıyla reddediliyor ve yasal olarak bir sene boyunca Meclis’te yeniden oylanamazken AKP’nin itirazıyla yeniden oylanıyor. İşte Meclis’in hali de kalan bir gıdım yetkisini kullanırken bile böyle. Bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/guvenlik-sorusturmasi-teklifi-reddedildi-ak-parti-saskin-haber-1517862)
MERAKLISI İÇİN BU DA TÜİK’İN İSTATİSTİĞİ
Merkez Bankası Başkan ve Başkan yardımcılarına geleceğiz; fakat öncesinde en az TCMB kadar önemli bir “güven kurumu” olan Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) haline bakalım.
En son istikrarlı biçimde 5 yıl görev yapan TÜİK başkanı Birol Aydemir’di. Aydemir 2016’da sürpriz bir biçimde emekliliğini istedikten sonra görevden ayrılması konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılmış, kendisi de daha sonra yaptığı açıklamalarla görev yapmasına engeller çıkarıldığını iddia etmişti.
TÜİK bilindiği gibi büyüme, işsizlik ve enflasyon ölçümleri konusunda sıklıkla eleştiriliyor ve iktidarın istediği yönde istatistik ürettiği şeklinde eleştirilerle karşılaşıyor.
Böyle gergin bir ortamda TÜİK’in başkanlarının güvenilir, yerlerinin sağlam ve güvenli olduğuna inanılması şüphesiz son derecede önemliydi. Koltuğu sağlam olmayan bir başkanın, iktidara karşı kurumun güvenirliğini koruyacağına inanılmayabilirdi. Velev ki böyle bir inançsızlık her zaman haklı nedenlere dayanmasa bile…
Peki ne oldu?
Olan şu: 2016’da AKP fiilen otoriter bir rejime geçerek devlet yönetimine normal yönetim sınırlarının ötesine geçecek koşullarda hâkim olunca bu durum tüm kurumları etkilediği gibi, TÜİK’i de etkiledi; hâttâ belki de en çok onu…
5 yılda 6 başkan gördü TÜİK…
2 Mart 2021’de atanan çiçeği burnunda Prof. Dr. Sait Erdal Dinçer hariç hepsi de “vekaleten” görev yapmak zorunda kaldı.
Vekaleten görev yapan bir başkanın kurumun güvenirliğine ne kadar sahip çıkabileceği ise elbette tartışmalı. Hele yeni atanan başkandan önceki vekaleten başkan olan kişinin sadece 14 gün başkanlıkta kaldığı düşünülecek olursa… (Artık TÜİK de işin ucunu bırakmış ki resmi internet sitesindeki eski başkanlar listesini üç önceki başkanda terk etmiş. (Bkz. https://www.tuik.gov.tr/Kurumsal/Eski_Baskanlar)
İşin ilginç tarafı daha önce başkan yardımcılığı yaptığı dönemde piyasa ve akademiye güven vermiş olan Kürşat Dosdoğru, 14 günlük vekaleten başkanlıktan sonra görevden alınınca insanın aklına daha sonra aynı şekilde güven duyulan TCMB Başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınması geliyor.
Yani her kim ki güven duyuluyor ve bir kişilik ediniyor kamuoyunun gözünde, acaba asıl o zaman mı kariyerinin “ölüm fermanı” imzalanmış oluyor?