Sosyal Medya

Ekonomi

Korkut Boratav’la 2023-2024 Türkiye’si: İstikrar içinde çürüme

1+1 Express’te İrfan Aktan Prof. Korkut Boratav’la yaptığı röportajda Mayıs seçimlerinin ardından göreve gelen ekonomi yönetiminin nasıl bir tablo devraldığının,…

Korkut Boratav’la 2023-2024 Türkiye’si: İstikrar içinde çürüme

1+1 Express’te İrfan Aktan Prof. Korkut Boratav’la yaptığı röportajda Mayıs seçimlerinin ardından göreve gelen ekonomi yönetiminin nasıl bir tablo devraldığının, programını hangi öncelikler üzerine kurduğunun, bu öncelikleri kimlere nasıl vaatlerle sunduğunun cevaplarını arıyor.  Boratav ekonomi politikasının yerel seçimler sonrasında nasıl bir seyir izleyeceğini, büyüme, istihdam ve enflasyon hangi oranlara demir atacağını anlatıyor. 2023’ün muhasebesi, 2024’ün muhtemel görünümü için Aktan’ın Korkut Boratav’a soru ve Boratav’ın cevapları aşağıda.

Türkiye açısından 2023’ün en önemli olayları 6 Şubat depremleri ve 14-28 Mayıs seçimleri. İktidarın deprem sürecindeki politikasının seçimlerdeki kaderini de belirleyeceği öngörülmüştü, ama öyle olmadı. Sizce AKP’yi hâlâ toplumun yarısının nazarında yönetebilir gösteren temel unsurlar neler?

Korkut Boratav: Deprem nedeniyle zorunlu olarak artırılan yatırım harcamaları, 2023’ün ilk dokuz aylık bilançosunda ekonominin büyüme temposunun yukarı çekilmesine katkı yaptı. İktidarın, “OECD içinde son üç ay içinde en hızlı büyüyen ülke Türkiye’dir” propagandasına imkân verdi. Bu yatırımlar milli gelirin 2023 büyüme oranını da etkileyecektir. Fakat esas mesele sorunuzun son bölümünde. AKP’yi hâlâ ülkeyi yönetebilir gösteren temel unsurlara bakmak gerekiyor. Bence yanıt, Türkiye toplumunun geniş kesimleri üzerinde AKP’nin ideolojik hegemonyasında yatıyor.

AKP bunu nasıl sağlayabildi?

Türkiye kamuoyunun ortalama algılamasına göre, ülke bir kriz ortamı içindedir. Fakat bu krizin sorumluluğuna gelindiğinde, ciddi bir algılama boşluğu var. Önemli bir farklılaşma, muhalif blokta yer alan nüfusun yarısıyla diğer blok arasında. Muhalif blok, iletişim kurulduğunda rasyonel düşünceye, neden-sonuç bağlantılarına, tutarlılık ölçütlerine açık kitledir.

İkinci blok bu özellikleri taşımıyor. Türkiye’yi yönetenler ise bu nitelikleri ya umursamıyor veya kendilerini destekleyen grupla bu bakımdan da özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanı sıklıkla birbiriyle tamamen zıt, çelişkili önermeleri rahatlıkla ifade etmiştir.

Ekonomiyle ilgili bir örnek vereyim. Faiz ve enflasyon bağlantısında, Cumhurbaşkanı “nas” önermesini Kasım 2021’de ileri sürdü. Haziran 2023 sonrasında yeni ekonomi yönetiminin zıt yöndeki uygulamalarını “enflasyonu tedavi edeceği” gerekçesiyle överek destekledi.

Muhalif blok, örneğin dış siyasetle ilgili örnekleri de ekleyerek bu türden tutarsızlıkları ısrarla vurgulamaktadır, ama karşı tarafta herhangi bir duyarlılığa, tepkiye yol açmadan… Kriz algılamasına yol açan ana etken enflasyondur, sorumlusu doğal olarak ekonomiyi yöneten iktidardır. Ama iktidarın bu bağlamdaki çelişkilerini, tutarsızlıklarını defalarca teşhir etmek, sosyal medyaya taşımak iktidar yanlısı blokta bu sorumluluğun algılanmasını sağlamamaktadır.

İktidar yanlısı blok bunu nasıl veya neden algılamıyor, yahut algılamak istemiyor?

Rasyonel düşünmenin asgari koşulları, iki önerme arasındaki tutarlılığı-tutarsızlığı fark etmektir, bunu temel eğitimden, formasyondan geçmiş insanlar fark eder. Gözlemleri kavramlara çevirerek düşünmek, neden-sonuç bağlantılarını en basit düzlemlerde kavrayış, kısacası insanın kendi aklıyla muhakemesi, ancak böyle mümkündür. Faiz-enflasyon bağlantısında verdiğim örnekteki tutarsızlık, “saçmalık” açıklanıyor, iletiliyor, ama algılamaya dönüşmüyor: Her şey söylenebilir, hepsi de geçerlidir. “Anything goes.” Farklı bir ifadeyle, alaturka postmodernizm yerleşmiştir. İktidarın halk sınıfları saflarındaki ideolojik hegemonyası söz konusudur.

Tekrar olacak ama, birbiriyle tamamen zıt kutuplarda yer alan iki çelişkili söylemi kısa süre içinde tedavüle sokan, üstelik bunlara dair güçlü argümanlar sunmayan bir iktidar, nasıl oluyor da ideolojik hegemonya kurabiliyor?

Eğitim sistemi ve geleneksel medya üzerindeki hâkimiyet belirleyici unsurlardan iki tanesi. Ayrıca, sosyal medyayı geleneksel medya ile farklılaştıran kargaşanın da katkıları var. Bu kargaşa ortamı ciddi, rasyonel tartışmaların yapılmasına imkân vermeyen bir alan. İktidar bu alanda sistematik çalışıyor. Sosyal medyanın eleştirel potansiyelini, “fake news” veya “sahte gerçekler” üzerinden tersine çevirebilen operasyonlar var. Muhalif sesler, önermeler, eleştirel tespitler karşı tarafta etkisiz hale getirilebiliyor. Eğitim sisteminde siyasal İslâm’ın yöntemleri rasyonel düşünce sistematiğini felce uğratabiliyor. İletişim kanalları fiilen işlemiyor veya tıkanık. İktidar çevrelerinin zirvesinde dahi rasyonel düşünce melekesinden yoksunluk yaygın. Bu da ilave bir kutuplaşma ve çaresizlik yaratıyor. Bu kargaşanın ayrıntılı analizi bilimsel düzlemde ayrıca yapılabilir. Bu kadarıyla yetineyim.

Mayıs seçimlerinden sonra Hazine ve Maliye Bakanı yapılan Mehmet Şimşekin şimdiye kadar yürüttüğü politikaların kısa vadeli sonuçları ne oldu? Rasyonaliteye dönüyoruz” diyen Şimşekin ekonomi politikasının önümüzdeki dönemde yaratacağı sonuçlar ne olur? Dahası, Şimşekin kastettiği rasyonalite” nedir?

Mayıs seçimlerinden sonra iktidar, ekonomi yönetimini değiştirerek neoliberal ekonomi politikalarına hâkim iki uzmanı, Mehmet Şimşek ve Hafize Gaye Erkan’ı getirdi. Mehmet Şimşek uluslararası finans sermayesinin büyük örgütlerinde çalışmış, geçmişte de bakanlık yapmış, bu çevrelerin içinden gelen, onların güvendiği biri. Gaye Erkan da ABD’deki büyük bir bankada yöneticilik yapmış bir teknokrat.

Geleneksel neoliberal politikaların yerleşik modeli, 2015’e kadar Türkiye’de AKP tarafından ihlâl edilmeden, eksiksiz uygulandı. 2015 iki etkenden ötürü kritik bir dönüm yılıdır. Birincisi, Batı merkez bankaları parasal daralmaya yöneldi, AKP’nin neoliberal programı rahatlıkla uygulamasına imkân veren uluslararası sermaye hareketleri yavaşladı. Türkiye’ye giren dış kaynaklar da yarı yarıya düştü. Yeni uluslararası ekonomik ortam Türkiye iktisat politikalarında istikrar önceliğini gündeme getirdi. Fakat AKP bunu göze alamadı.

Neden?

Buradan 2015’in dönüm yılı olmasının ikinci nedenine geliyoruz: AKP 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk defa Meclis çoğunluğunu kaybetti ve bu sonucu kabul etmedi. Gezi kalkışması ve 17-25 Aralık 2013’te yolsuzlukların ortaya dökülmesi sonrasında, “iktidarı ne pahasına olursa olsun korumak” AKP’nin siyasal önceliği oldu. Kasım 2015 seçimleri ağır bir şiddet ortamında, devlet aygıtının geleneksel olmayan yöntemlerinin katkısıyla kazanıldı. Ekonomi politikalarında da istikrar değil, büyüme öncelik kazandı.

Ekonomide büyümeye öncelik verilmesinin sonuçlarını mı yaşıyoruz?

Büyüme önceliği 2015’e kadar sürdürülen neoliberal modelin ihlâl edilmesini gerektirdi. Daralan dış kaynak akımları ortamında, neoliberal model makro-ekonomik istikrar yöntemlerini gerekli görür. AKP Mayıs 2023 sonuna kadar neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi, ama uluslararası finans sermayesinin sert yaptırımlarına muhatap olmadı, “cezalandırılmadı”. Kısa vadeli spekülatif sıcak para çıkışları dışında Türkiye ekonomisinin dış kaynak gereksinmeleri, özellikle uluslararası bankalar tarafından karşılandı, dış krediler döndürüldü. Buradan da gördük ki, neoliberal modelin etkili yaptırımları daima kullanılmıyor. AKP 2015-2022 döneminde ekonomiyi yüzde 4,3’lük bir tempoda büyütebildi. Ancak cari işlem açığını ve enflasyonu tetikleyerek…

Dolayısıyla, uluslararası finans kapital ekonomide neoliberal modelin kurallarının dışına çıkılmasını, siyasette ise otoriterleşmeyi mi destekledi?

Evet. Uluslararası sermaye Türkiye’de neoliberal normların dışına çıkılmasına rağmen dış finansman kaynaklarını kısıtlamadı. Böylece otoriterleşmeyi, açıkça ifade edersek İslâmcı faşizmin yükselmesini fiilen destekledi.

2015-2022 arasında üç döviz krizi oldu. Üçünün de nedeni sıcak para kaçışlarıydı. 2018-2020 arasında spekülatif  fon çıkışları döviz fiyatlarında sıçramaları tetikledi. Türkiye’de spekülatif fonlara bağlanmış yabancı kaynaklar, Türkiye’nin dış yükümlülükleri arasında sayılır; TL ile kota edilmiş tahvillere bağlanmışsa doğrudan doğruya dış borçtur. Bunlardan çıkışlar, dış borç stokunu da azaltır. Nitekim, Türkiye’nin dış borç stoku bu dönemde 468 milyar dolardan 424 milyar dolara indi. AKP döviz krizlerini palyatif önlemlerle geçiştirdi. Ama yeni ekonomi yönetiminin göreve geldiği tarihte, Haziran 2023’te, dış borçlar tekrar 476 milyar dolara yükselmişti. Nasıl mümkün oldu? Türkiye’nin dış kredilerinin yüzde 100 oranını aşan bir tempoyla, yani genişleyerek döndürülmesi sayesinde. Uluslararası bankalar bu dönemde, Erdoğan’ın çapaçul yönetimine rağmen, Türkiye’ye kredi akışını artırdı ve Türkiye’nin bir dış borç krizine sürüklenmesini önlemiş oldu. Yani dış sermaye Türkiye’nin batışını istemedi.

O tarihlerde Türkiye’de neoliberal politikaların harfiyen uygulandığına dair tespitler üzerinden öngörülerde bulunan pek çok iktisatçı yanıldı. Çünkü neoliberal reçetenin dışına çıkan, kuralsızlıkla sürdürülen ekonomi politikasıyla duvara hızla toslanacağı, uluslararası sermayenin buna tahammül etmeyeceği düşünülüyordu. Fakat şimdi söylediklerinize bakılacak olursa, uluslararası finans çevreleri AKP’nin bu kuralsızlığına onay vermiş. Uluslararası finans kapital bunu niye yaptı?

İki nedenle yaptı. Birincisi, ABD’nin katkısı. Erdoğan dış politikada etkili bir esneklik gösterdi. ABD ve Rusya’yla ilişkilerini dengeledi. 2018’deki Rahip Bronson krizini hatırlayın. Trump’ın tehdidi sonunda rahip serbest bırakıldı. Trump’ın tepkisi de ABD’nin geleneksel politikaları dışındadır, ama etkili oldu. Biden döneminde ise ABD diplomasisi Türkiye’nin küçümsenmeyecek bir Ortadoğu gücü olarak gözetilmesi gerektiğini algıladı. ABD’nin siyasal öncelikleri, uluslararası finans kapital çevreleri üzerinde de etkilidir. 2020 sonrasında Türkiye’nin dış kredilerindeki genişleme bu etkiyi doğruluyor.

Erdoğan, Türkiye konumundaki ülkelere, neoliberal reçetelere kaskatı bağlanmanın zorunlu olmadığını da göstermiş oldu. Ne var ki, ekonomi politikalarında bu dönüşümü sermaye lehine ve emek aleyhine çok ağır bir bölüşüm şoku yaratarak gerçekleştirdi. Bu bölüşüm şokunu, biraz önce sözünü ettiğim ideolojik hegemonya sayesinde siyasi bakımdan denetledi.

Bu deneyim bize göstermektedir ki, neoliberal modelin dışında farklı bir sınıfsal program da mümkündür; dış politika dengelerini gözeterek bölüşüm ilişkilerini emek lehine değiştirmek de mümkündür. Türkiye yapısındaki büyükçe ekonomiler neoliberal cendereye mahkûm değildir.

Bunun bir örneği var mı?

Bunu yapan ülkeler var. Mesela 1998’le 2002’yi kapsayan Doğu Asya krizi dünya ekonomisinin, Türkiye dahil, bütün çevre ülkelerini etkiledi. En sert etkiler, kronik dış açık veren ülkelerden dış kaynak çıkışları nedeniyle gerçekleşti. Pek çok ülkede ve Türkiye’de katı IMF programları ikidar değişikliklerine yol açtı. Bu ortamdan ders alan Asya ekonomilerinin çoğu, dış denge koşullarında yüksekçe büyümeyi sürdürebilen politika alternatiflerini keşfetti.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı bu açıdan kritik bir dönemeçtir. Türkiye bu fırsatı kullanamadı. Yeni iktidar, tam aksine, devraldığı neoliberal modeli 2015’e kadar ödünsüz uyguladı ve Türkiye’nin dış bağımlılığını yoğunlaştırdı. Sonraki yedi yılda ise, neoliberal programın ihlâli “yerli ve milli sermayeyi ihya eden” bir bölüşüm şoku içinde gerçekleşti. Ama, biraz önce vurguladığım gibi, bu deneyime tersinden de bakabiliriz. Farklı bir iktidar, neoliberal modelden “kopmayı” emek lehine gerçekleştiren bir ekonomik alternatif de tasarlayabilir miydi? İktidarın sınıfsal yapısında temel bir değişiklik gerektiren bu seçeneği ayrıca tartışmak gerekiyor.

Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan geçtiğimiz ay verdiği bir mülâkatta şöyle diyordu: Enflasyonda tek haneli rakamları 2026da göreceğiz. 2025 sonu hedefimiz ise yüzde 14.” Bu hedefler ne kadar gerçekçi?

Bu soruyu bu yakınlarda yayınlanan bir  çalışmaya referans vererek yanıtlayayım: Erinç Yeldan ve Ahmet Haşim Köse’yle beraber hazırladığımız, İktisat ve Toplum dergisinin Aralık 2023 sayısında yayınlanan “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri başlıklı makaledeki bulgularımız Gaye Erkan’ın bu öngörüsünün gerçekçi olmadığını gösteriyor.

Dahası, ortaya koyuyoruz ki, Türkiye’de artan enflasyonun kronik hale gelmesi, Saray iktidarının yaşattığı bölüşüm şokunun belirleyicilerinden biridir. Türkiye’de büyük sermaye, maliyetlerden gelen her türlü baskıyı, kâr katsayılarını,“ mark-up” oranlarını fazlasıyla fiyatlara yansıtarak enflasyonu besliyor.

Bizim makaledeki bulgulara göre, 2016-2023 arasında, ücret, diğer girdi maliyetleri ve fiyat verilerine ulaştığımız 35 sektörün 30’unda, ücretleri de içeren maliyet artışlarına eklenen kâr katsayıları artmıştır. Bu tespit yakın geleceğe ilişkin bir öngörüyü de getiriyor. Aralık 2023’te kararlaştırılan yüzde 50 oranındaki asgari ücret artışı, kapsanan işgücü maliyetlerinin göreli ağırlığı oranında fiyatlara fazlasıyla aktarılacak, enflasyonu besleyecektir.

İşin tuhafı, Gaye Erkan da bu olguların farkındadır. Zira, Merkez Bankası’nın son enflasyon raporu benzer bir tespiti ortaya koyuyor: Eylül 2023’te yüzde 61,3 oranında gerçekleşen TÜFE enflasyonuna nominal ücret artışlarının katkısı yüzde 14, kâr katsayılarındaki artışın katkısı yüzde 17 olarak hesaplanmıştır.

Ancak, TCMB Raporu, kâr artışlarının katkısını “dönemsel fiyatlama davranışları” olarak adlandırarak kamufle ediyor. Gaye Erkan da bu bulguların gereğini yapmaktan kaçınıyor, ABD Merkez Bankası gibi sadece parasal daralmayı uygulamayı yeğliyor. Mehmet Şimşek’in de, bu yakınlarda ücretleri enflasyonun temel nedeni olarak gösteren demecine karşı, bizim makaleye veya Merkez Bankası’nın 2 Kasım 2023 tarihli Enflasyon Raporu’na (sayfa 35, kutu 2.2’ye) göz atmasını tavsiye edelim.

Söyleşinin tamamı burada.

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler