Erol TAŞDELEN yazdı: ATATÜRK 1929 EKONOMİ BUNALIMINI NASIL YENDİ?
10 Kasım 20241929 BUNALIMININ OLUŞUMU VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Birinci Dünya Savaşından sonra, dünya iktisadi konjonktüründe olumlu gelişmeler olmuş, 1928 yılına kadar üretin ve sürüm hızla artmıştır. Ancak, 1928-29’da doyum halinin ilk belirtileri başlamıştı. Yiyecek ve hammadde fiyatları düşüşler gösterirken, stoklar artmıştı, yine aynı süreç içinde :
İşsiz sayısı Amerika’da 13 milyonu, Almanya’da 6 milyonu, İngiltere’de 2,6 milyonu ve İtalya’da 1 milyonu bulmuştu. Sanayi ülkelerinde ekmeklerini kaybedenlerin sayısı 40 milyonu bulmuştu.
1929 ‘da 100 olan sanayi istihdam endeksi 1932’ye kadar Amerika’da 53,8 Almanya’da 53,3 Fransa’da 71,6 İngiltere’de 83,5 ve İtalya’da 66,9’a kadar inmiştir.
Toptan fiyatları, kartelleşme hareketinin sonucu olarak, istihdamdaki daralış oranına kıyasla daha az düşmüştür. Dünya ticareti % 60 daralmıştır.
Toptan fiyat endeksi 100 üzerinden ABD’de 68’e, İngiltere’de 67’ye, Almanya’da 70’e, Fransa’da 68’e inmiştir.
Menkul kıymetlerdeki düşüş dörtte üçü bulmuştur.
Birçok sağlam sayılan işletme iflası birbirini izlemiştir.
1929 bunalımı o dönemin tek planlanmış ekonomisi olan SSCB dışında tüm dünyaya yayılmış, gelişmiş kapitalist dünyayı olduğu kadar azgelişmiş ülkeleri de etkisi altına almıştır. Çesitli ülkelerde uygulamaya konulan, ekonomiyi canlandırmaya yönelik yeni iktisat siyasetlerine ( ABD’de New Deal, Almanya’da Nazilerin silahlanma ve öteki kamu harcamaları yoluyla ekonomiyi canlandırma siyaseti, Fransa’da Halk Cephesinin aldığı önlemler… vb ) rağmen bu derin bunalım II. Dünya Savaşina kadar sürmüştür.
Dünya ekonomisi farklı bloklara bölünmüştür. ( İngiliz Commonwealth’i, Fransa cevresindeki “altın blok”, ABD – Japonya’nın Pasifikde silah zoruna dayanarak oluşturduğu nüfuz bölgesi …vb). Aynı zamanda şiddetli iç ve dış siyasal / askeri mücadeleler ( Nazizm, Fransa’da Halk Cephesi’ne giden olaylar zinciri, İspanya’da iç savaş ve devrimci duruş, bütün bunların doruğu olarak II. Dünya Savaşi ) döneme damgasını vurmuştur.
Batı dünyasının ülkeleri bu buhranın etkilerine nasıl karşı koyacaklardı[1]
Bu dönemin iktisat bilimi, dünya ekonomisinin daha önceki kontrol biçimi veya kuramsal yapısına göre gelişmiş politika önerisine dayanıyordu. Oysa dünyanın yeni kuramsal yapısı yeni politika önerilerini gerektiriyordu. Bu yeni öneriler buhran içinde biraz deneme yanılma yolu ile gelişti. İktisat biliminde dönemin yaygın düşüncesi, buhranın önlenmesi için piyasa mekanizmasının gerek ulusal düzeyde gerek uluslararası düzeyde kendiliğinden çalısmasını ve uyum yapmasını engelleyen bütün kurumsal engellerin kaldırılması gerektiğini savunmasıdır. Örnegin ulusal düzeyde fiyatların düşmesi halinde ücretler de düşmelidir. İşgücü piyasasında ücretlerde düşmelidir. İşgücü piyasasında ücretlerin düşmesini engelleyen kurumlar bulunmamalıdır. Uluslararası düzeyde, her ulus kendi üretimini diğer ülkelerin rekabetine karşı koruyucu tedbirler almamalıdır.
Buhranın ilk yıllarında alınan tedbirler hep bu yerleşmiş inançlar doğrultusunda oldu. Buhranın bütün şiddeti ile hissedildiği 1930 Şubat’ında “Uyumlu Ekonomik Eylem Görüşünde Olan Ön Konferans”, 1927 yılında gümrük duvarlarını indirmek amacı ile toplanan Dünya Ekonomik Konferansının başarılı olmayan çabalarını etkinliğe kavuşturmak için toplandı. Gümrük duvarlarını yükseltmek isteğindeki ülkeler konferansa katılmadı. Katılan 27 ülkeden ise yalnız on biri 1931 Nisan’ından önce gümrüklerini yükselmeye gitmeyeceklerini belirten bir anlaşmayı imzaladılar.
Dünya var olan politik denge içinde ulusalcı karar verme biçimi hakim oluyordu. Fransa ve İtalya 1929’da Avustralya, İspanya, Kanada, ABD 1930’da gümrük duvarlarını yükselttiler. ABD 1930 Mart’ında Smoot – Hawley Kanununu yürürlüğe koyarak buhrana karşı içe dönük bir politika uygulama isteğinde olduğunu belirtiyordu.
1930’larda gümrük duvarlarının hızla yükselişi dünya ticaret hacminin hızla düşmesine neden oluyordu. Bu politikanın yanında her ülkede buhrana karşı bir çözüm olarak bütçe denkliğine önem verilmesi dolayısı ile doğan deflasyonist[2] baskılarda işsizliğin artmasını hızlandırıyordu.
Uygulamanın tüm sonuçları bu dönemdeki iktisat biliminin inançlarına uygun politikaların yetersiz kaldığını açıkca ortaya koyuyordu. Bu sonuçlar ülkedeki geleneksel kuramsal dışında daha radikal önlemler aramayı gerektirdi.
1930 Ocak ayında İngiltere’deki İşçi Partisi hükümetin Keynes’in başkanlığında kurduğu komisyonda, İngiltere’nin ülke içinde yatırımları hızlandırması, ihracata prim vermesi, ithalatın kontrolü ve gümrüklerin yükseltilmesi öneriliyordu.
İngiltere 1930’da yürürlüğe koyduğu “konut kanunu” ile sefalet mahallelerinin temizlenmesini teşvik ediyordu. Bu yolla 1931 ile 1933 yılları arasında ülkedeki inşaat faaliyetlerini % 70 artırdı. 21 Eylül 1931’de İngiltere Paranın altın ile eşitliğini kaldırdı. Paranın değerini % 30 düşürerek İngiliz parası üzerinde dolar ve franka göre yüksek değerlendirilmiş olmasından doğan baskıyı yok etti. Böylece ihracatını artırıcı ve ithalatını azartıcı yönde tedbirler almış oldu. 1932 Şubat’ında İngiltere deflasyonist para politikasını bırakarak, ucuz para politikası uyguladı.
Hoover’in başkanlığında 1932’ye gelen ABD, buhrandan kurtulamamıştı. 1932’deki seçim kampanyasının temel konusu buhrana nasıl çare bulacağı yönünde oldu. Seçin sonunda Roosevelt başkanlığı kazanarak ünlü “New Deal” politikasını uyguladı. Yeniden İnşaa Finansmanı Kurumu ( Reconstruction Finance Corporation) yolu ile bankalara ve sanayiye açılan büyük krediler ve ipotek edilen ev ve çiftlikleri yeniden finanse etmek için ayrılan milyar dolarlar, ABD hükümetini dünyanın en büyük borç veren kurumu haline getirdi.
Dünya bunalımı etkisini hissettirdiği zaman Almanya’da da ileri sürülen çözüm önerileri ABD’de ileri sürülen önerilerin benzeridir.
İtalya’da faşizm 1921 krizinde yararlanarak iktidara el koymuştu. 1933’te Hitler’in iktidara el koymasına paralel olarak, Avrupa’nın demokrasi geleneği çok güçlü olmayan bütün ülkelerinde diktatörlükler ve faşist rejimlerin kurulmasına yol açtı. Avusturya ( 1933 ), Macaristan ( 1931 ), Yugoslavya ( 1932 ), Bulgaristan ( 1934 ), Litvanya ( 1933 ), Estonya ( 1934 ), Portakiz ( 1933 ) bu yılların Avrupa’da rejim değişikliği geçiren ülkeleri oldu. İspanya ( 1936 ), Yunanistan ( 1936 ), Romanya ( 1938 ) belirli bir ara ile bu ülkeleri takip etti. Avrupa’da faşizm hakim bir siyasal rejim haline geldi[3].
Latin Amerika ülkeleri ABD’nin çevresini teşkil ediyordu. Bu ülkeler üzerinde ABD’nin kontrolü çok yüksekti. Bu neden ile merkezde doğan buhranın çevre ülkeleri içinde ne tür fırsatlar sağladığı belki de en iyi bu ülkeler üzerinde gözlemlenebilecekti. Brezilya’nın ekonomisi Arjantin’e benzer bir dönüşüm geçiriyor, ihracat yönetimli ekonomik yapısını ithal ikamesine dönük bir sanayileşme ile çesitlendirip kendine daha çok yeterli bir ekonomik yapıya geçiyordu.
KEYNESÇİ EKONOMİK POLİTİKANIN OLUŞUMU
- Dünya Savaşı’nın arasında yer alan yıllarda dünya kapitalizmi tarihinin en derin ve en uzun bunalımlarından birini yaşamıştır.
Bu büyük bunalım, 19.ncu yüzyıl kapitalizmine özgü kurallara tümü ile bağlı kalmanın artık mümkün olamayacağı ve sistemin ayakta kalması için özü ile belli ölçüde çelişen bazı önlemlerin alınmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Bu konuda ne yapılması gerektiğinin açıklanmasında ve anlaşılmasında, İngiliz İktisatçı John Maynard KEYNES ( 1883 – 1946 ) ve ünlü yapıtı “Genel Teori” başlıca rolü oynamıştır.
Keynesciliği şöyle tanımlayabiliriz[4]:
Metodolojik bakımdan, söz konusu olan makro – iktisadi bir tahlildir. Toplumsal yeniden üretim sürecinin yapı ve dinamiğinin betimlenmesinde kullanılan büyüklüklere dayanan bu tahlilde dengenin değişik grupların davranışının sonucu olarak ortaya çıkması beklenir. Bu açıdan Keynescilik neo- klasik tahlille bir kopuşu temsil eder.
Teorik bakımdan, neo-klasik okulun uyguladığı türden, fiyat kavramları ile yapılan bir tahlilin yerini gelir kavramı ile yapılan bir tahlil alır. Bu anlamda Keynes, ulusal gelirle özdeşlenen efektif talep ile ilgilenir. İstihdam düzeyini son tahlilde belirleyen, ulusal gelirin bölüşümüdür. Keynesci okul, konjonktür dalgalanmaları ile büyüme sorunlarını inceler, vurguyu tasarruf ile yatırımın birbirinden ayrılışına ve özel yatırımların gerçekleşmeyişine koyar.
İktisat politikası bakımından Keynes, Kamu harcamalarından ( “deficit spending” ) çarpan olarak yararlanma ve para politikasını (cheap Money ) iktisadi canlanmayı harekete geçirmek için, kullanma düşüncesini savunur yani Keynescilik için her şeyin başında gelen, neo-klasik savunuculuğun yapmak istediği gibi kapitalizmi haklı çıkarmak değildir; onun için önemli olan, kapitalizmi kurtarmaktır. Burada devlete belirleyici yol düşer.
Keynesçi Düşünce[5] bir kısım iktisat kitaplarında çocukların oynadıkları bilye veya aşık türünden oyunlarla benzetme kurularak açıklanır. Bu oyunlarda çocuklardan birinin sürekli kazanması, diğerlerinin de elinde bir şey kalmaması sonucu, oyunun bitirmesi kaçınılmaz olur. Oyunun yeniden başlayabilmesi için sürekli kazananın, kazandıklarından bir kısmını kaybeden arkadaşlarına geri vermesi gerekir. Bunun gibi ekonomik hayatın çöküntüden uzak kalabilmesi için de sürekli kazananların gelirlerinden transfer yolu ile sürekli kaybedenlere satın alma gücü kazandırması gerektirmektedir. Bu işlevin yerine getirilmesinde Keynes, en önemli rolü devlete tanımaktadır. Keynes Pazar ve rekabete dayalı işleyişin devlet karışmadığı sürece ideal dengeye ulaşmasının boş bir hayal olduğunu; tersine, bu durumda iflasların ve işsizliğin, sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu görüşünü ortaya koymuştur.
BUNALIM DÖNEMİNDE TÜRKİYE
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, uygulayacağı iktisadi politikayı 1923 İzmir İktisat Kongresi‘nde saptamıştır.
İzmir İktisat Kongresi ise I. Dünya Savaşı yıllarındaki karaborsa ve spekülasyon ortamından güçlenerek çıkan ticaret burjuvazisinin istekleri doğrultusunda kararlar almıştır.
Kongrenin amacı yerli burjuvazi yaratma yolunda karar alıp ülkedeki kapitalist gelişmenin ivmesini artırmaktır. Kongrede oluşan genel çizgi, bazı istisnalar dışında, 1932 yılına kadar cumhuriyetin ekonomik politikasına hakim olacaktır. 1920-32 arasında özel sektör eli ile liberal bir politika uygulaması “ liberalizm” olarak anılır. Söz konusu dönemde, devlet cılız Türk burjuvazisine yardım için elinden geleni yaptı. Lehlerine önemli kanunlar çıkardı. Mümkün olan ölçüde krediler verdi. Önemli siparişlerde bulundu. Devlet, girişimcilerin ve esnafın bir ortağı gibi çalıştı. Dönem “liberal” diye anılmasına rağmen, piyasa liberallerin öne sürdüğü gibi “görünmez el” tarafından işletilmiyor, devletin cılız Türk burjuvazisine arka çıkması ile nefes alıyordu.
“Devler tarafından yaratılan burjuvazi” mitosu, İttihatçıların olduğu kadar Kemalistlerin de rehber ideolojisiydi[6].
1929’un para krizi kendini belli edince hükümetin mevcut durum ile başa çıkmak için gerekli idari aygıta ve kontrol araçlarına sahip olmadığı belli oldu. Türk Lirası’nın değer kaybı sırasında yaşanan kargaşa, belli bir istikrar kurmak amacı ile döviz kontrolü yapacak veya piyasaya para sürüp çekecek araçlar ile donatılmış bir merkez bankası olmadığı görülmüştü[7]. Bir Fransız – İngiliz ortaklığı olan Osmanlı Bankası para basma tekelini hala elinde bulunduruyordu. Savaş sırasında İttahat ve Terakki hükümeti bu ayrıcalığa el koymuşsa da 1925’de Osmanlı Bankası’nın imtiyazı yenilenmişti. Hükümet 1930’da döviz işlerini kontrol edip elinde toplamak üzere Merkez Bankası’nı kurdu.
1930’da Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin kurulup faaliyete geçmesi ile yeni tedbirlerin yönü belli oldu. Bu cemiyetin amaçları tasarrufu teşvik etmek, yerli malların üretimini ve tüketimini özendirmek, ithal malların tüketimini azaltmak ve genel olarak kendisine yeterli ideolojisini yaymaktı.
Dünya buhranı içinde alınan ekonomik önlemlerin Türk ekonomisi üstündeki etkileri şöyle özetlenebilir:
Türk parasının değeri dış paralara göre sabit tutulmuştur.
Dış ödemeler dengesi sağlanmıştır.
Dış ödemeler dengesinin sağlanması için alınan önlemler ithalatı miktar ve değer olarak azaltmıştır.
İhracat ise miktar olarak artmasına karşın fiyatlardaki düşüş nedeni ile değer olarak düşmüştür.
Ülke dışında ve içinde tarımsal ürün fiyatları hızla düşmüştür.
Ülke dışında sanayi ürünleri fiyatlarında düşme olmakla beraber, ülke içinde sabit kalmıştır.
Devlet bütçesinde ve harcamalarında, bütçe dengesini sağlayıcı kısıntılar yapılmıştır.
1930 – 1939 DÖNEMİ: KORUMACI – DEVLETÇİ SANAYİLEŞME
A – Devletçilik Uygulamasının Nedenleri
Toplumsal ve tarihsel etmenlere ek olarak, 1930’ların başında beliren özgül iç ve dış koşullar devletçi uygulamaları zorunlu kılmıştır.
Boratav’a göre; devletçilik öyle özel bir yoldur ki, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine, Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin sağlanmasına ve sistemin biçimlenmesine damgasını vurmuştur[8].
Sosyalist olmayan bir sistemde devlet işletmeciliği, kapitalist mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinden farklı bir ilişkiler sistemi içerir. Bu ilişkilerde işçiler tarafından yaratılan değerler dolaysız olarak kapitaliste ulaşmaz. Siyasi iktidara hakim olan sınıfların bu değerlere el koymaları dolaylı yollardan ve özel ekonomik mekanizmalarla olur. Bu neden ile kapitalist toplumlarda ortaya çıkan yaygın devlet işletmeciliği “devlet kapitalizmi” olarak tanımlamak daha doğrudur. Türkiye gibi, yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerdeki devletçilik uygulaması, genellikle “milli burjuva” sınıfı yaratmak ve bu yolla kapitalizmi genişletmek amacına yönelik olmuştur.
a- Devletçi politikaya geçişin iç sebepleri:
Sermeye birikiminin yetersizliği,
1920 ile 1932 yıllarının ekonomik sonuçlarının tatmin edici olmaması. Özel kesime öncelik veren sanayileşme politikası temel sanayi tüketim mallarının yerli üretimi bile sağlayamamıştır. İlk on yılın sonuna doğru ekonominin başlıca sektörlerinde üretim ve gerlirler düşmektedir,
Bütün tanınan kolaylıklara rağmen, yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapmaması,
Devletin, “liberal” dönemde, özel kesine tanıdığı haklar ve desteğin istismar edilmesi,
Yolsuzluk söylentilerinin yaygınlaşması,
Serbest Fırka ( 1930 ) denemesi, geniş halk kitlelerinin ekonomik hoşnutsuzluğunun bir göstergesi olmuştur,
Atatürk’ün İktisat Kongresini açış konuşmasında belirttiği “ ekonomik bağımsızlık” ve “hızlı kalkınma” ilkeleri 1930’lara gelindiğinde gerçekleşmemesi,
Özel girişim yetersizliği,
Osmanlı İmparatorluğundan miras kalan borçların ödenmesine 1928’den itibaren başlanması,
Lozan Antlaşmasının bazı hükümlerinin istenildiği gibi bir gümrük politikası uygulamasını önlemesi[9],
b – Devletçi politikaya geçişin dış sebepleri
1929 krizi kendini ağır bir şekilde Türkiye’de duyulur olmuştu. Fiyat düşüşleri ( 1929-32 yılları arasında önemli ihraç malları fındığın fiyatı % 73, buğdayın % 63, kuru incirin % 52, tütünün % 50, kuru üzümün % 49, pamuğun ise % 48 düşmüştür ) üretim kapasitesinin çok altında yapılması, işsizlik… vb.
Bunalıma çözüm olarak; hükümetlerin ekonomiye, hükümetlerin ekonomiye, kamu harcamalarını artırarak doğrudan karışması kuramsal düzeyde öngörülüyor ve uygulama da bu yönde gelişiyordu.
O yıllarda görülen bunalım, aşırı liberal ekonomi yanlılarını bile, piyasa mekanizması konusunda kuşkuya düşürmüştü. Kapitalist ekonomiler bunalımdan çıkış için hükümetlerin daha etkin rol oynamasını benimserken, aynı sürecin Türkiye’de farklı nitelikte de olsa, ortaya çıkmaması düşünülemezdi[10].
Türkiye’nin yönetici kadroları, uygulanan “liberal” politikanın geleceğinden endişelenmeye başlamışlardı. Çünkü, yeryüzündeki aynı uygulama içindeki ülkelerin durumu kriz nedeni ile hiç de parlak görülmüyordu.
Sanayileşme ve devletçilik, 1930’larda ortak bir çizgide buluşmaktadır. Devletçiliğin öyküsü bu buluşma ile yazılıyor.
Sovyetler Birliği’nin planlı bir ekonomi politikası ile sanayileşme alanında hızlı bir gelişme sağlaması ve daha da önemlisi, ekonomik bunalımla karşılaşmadan bu gelişmesini sürdürmesi, Türkiye yöneticisi kesimce, Kurtuluş Savaşi yıllarında başlayan yakınlaşma sonucu ilgi ile izleniyordu.
1933’den sonra, devlet ilk sanayi kuruluşlarını gerçekleştirmeye başlar. Bu işin ilk adımı, İsmet Paşa’nın 1932 Mayısında Sovyetlere gitmesi ve orada bir anlaşmaya varmasıdır. Sovyetler Türkiye’nin sanayileşme hareketi için kredi açacak, teknik destek sağlayacaktır. Orada, 1929’dan sonra hızlı sanayileşmeyi sağlayan ilk beş yıllık plan yürütülmekte ve başarılı olmaktadır[11].
Gümrük duvarları ile iç Pazarı korumak ve yabancı sanayilere karşi yerli sanayini boy atmasının önemli koşullarından biri, 1929’dan sonra elde edilmişti. Bu tarihte, Lozan Anlaşmasının gümrüklerle ilgili kısıtlayıcı maddeleri hükümsüz kalıyordu. Bu da Türkiye’nin istediği tür gümrük politikaları uygulamasını olanaklı kılıyordu.
B – DEVLETÇİLİK UYGULAMASI
1929’un para krizinin ardından, iktisadi hayattaki sarsıntıya karşı ilk tedbirler alınmıştır. Bu tedbirler ekonomiyi kapatmak ve dış pazara bağımlılığını asgariye indirmek amacına yöneliktir[12].
Önlemler iki amaca yöneliktir:
1 – Kamu harcamalarını gelirlere uygun olarak dengelemek,
2 – İthalata sınırlamalar getirerek, dış ticaretin açık değil fazla vermesini sağlamak.
A – Devletçi Sanayileşme
1930-39 döneminde iktisat politikaları bakımından iki belirleyici özelliği vardır: Korumacılık ve Devletçilik. İktisat politikalarının yöneldiği amaç ve elde edilen sonuçlar bakımından ise bu yılları bir ilk sanayileşme dönemi olarak nitelendirmek uygundur. Bu yıllarda dünya ekonomisi büyük bunalım içine sürüklenirken Türkiye ekonomisinin dışa kapanarak ve devlet eli ile bir sanayileşme denemesi içine girmiş olduğu söylenebilir.
Devletçilik uygulamasının somut düzeyde başlangıcı, özü, 1930’ların başında Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı’nın benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Bu durumda devletçilik uygulamasının kesin olarak, ekonomik gelişmede sanayi öncelik veren bir nitelik taşıdığı söylenebilir.
Dönemin devletçilik politikası, “bireyin tek başına yapamayacağı işlerin devlet tarafından gerçekleştirilmesi” biçiminde tarif edilmiştir.
Devletçilik politikası ile 1930’lu yıllarda, ithal ikamesi yolu ile sanayileşme yolunda önemli yol alınmış ve belirli bir miktarda sermaye birikimi sağlanmıştır.
Devletçilik politikasının temeli, 1932 yılında Temmuz ayında bir hafta içinde kabul edilen ve devlete iktisadi konularda önemli yetkiler veren, radikal içerikli kanunların yasalaşması ile oluştu.
Devletçilik, 1935’den itibaren, Cumhuriyet Halk Fıkrasının programına, 1937 tarihinden itibaren de Anayasaya girdi.
Makalenin tamamını okumak için bu linki tıklayarak Banka Vitrini sitesini ziyaret edin