2000-2023 Türkiye Para Politikası
8 Ağustos 20232000-2023 Türkiye Para Politikası
ODTÜ Gelişme Dergisinin son sayısında(50), 2000-2023 yıllarını kapsayan dönemde ülkemizde uygulanan para politikalarına ilişkin 3 güzide makale yayımlanmıştır. Bu sayfada ilgili makaleleri yapay zekanın yardımıyla özetlemeye çalışacağım.
YAZARLARIN ÖZETLERİ
Türkiye’de yakın dönem merkez bankacılığı ve uygulanan politikaların sonuçları |
Çufadar, Ali (ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, 2023-6) |
Türkiye, 1990’lı yıllardaki yüksek enflasyon düşük büyüme dönemini enflasyon hedeflemesi stratejisi ile sona erdirmiştir. 2002-2016 yılları arasındaki fiyat istikrarına odaklı politikalar düşük enflasyon düzeylerine ulaşmış, istikrarlı büyümeyi desteklemiştir. 2017 yılından başlayarak TCMB bağımsızlığının aşamalı olarak azalması, para politikası kararlarında büyümenin ağırlığının artması, KGF ve kamu bankalarının aktif olarak kredi politikalarında rol üstlenmesi kısa vadede yatırımları ve büyümeyi artırmıştır. Ancak, özellikle Eylül 2021 sonrası fiyat istikrarı odaklı politikaların terk edilmesiyle birlikte, TCMB’nin enflasyon hedefinin nominal çapa olma vasfı erozyona uğramış, enflasyon oranları belirgin yükselmiş, döviz rezervleri kritik seviyelere düşmüş, ülke risk primi artmıştır. Başta düşük TCMB rezervleri olmak üzere, mevcut göstergeler mevcut para politikası operasyonel çerçevesinin sürdürülebilir olmadığını, gözden geçirilmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. |
İkili Açmaz çerçevesinden Türkiye’de yakın dönem Merkez Bankacılığı ve kur krizlerini anlamak |
Cömert, Hasan; Öncü, T. Sabri (ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, 2023-6) |
Bu makalenin temel amacı Türkiye finansal piyasaları ve merkez bankacılığında özellikle son dönemde ortaya çıkan gelişmeleri teorik bir çerçeveden anlamaya çalışmaktır. Türkiye’de merkez bankacılığı, dünyadaki gelişmelere paralel olarak, özellikle Küresel Kriz sonrası ciddi değişim yaşadı. Bu bağlamda, finansal akımların olumsuz makro etkilerini araç setini genişleterek ve de kurumsal çerçeveyi değiştirerek dengelemeye çalıştı. 2010`lu yılların başında merkez bankası karar yapıcıları yeni geliştirilen politikaların etkinliğinden fazlasıyla emin gözükmekteydi. Ancak birikmiş makro kırılganlıkların bir takım yurt içi siyasal ve jeopolitik gelişmelere paralel olarak daha fazla görünür hale gelmesi ve hükümetin merkez bankası üzerinde artan gölgesinin de etkisiyle, gecelik faizler işlevini yitirirken banka ortaya çıkan problemlere giderek daha doğrudan araçlarla cevap vermek zorunda kaldı. Ayrıca BDDK ile eşgüdümlü olarak, finansal piyasalarda dolaylı sermaye kontrolleri denilebilecek politikalar geliştirdi. Bu değişimleri finansal bütünleşmenin arttığı ve iç finansal piyasaların da dinamikleştiği bir ortamda dalgalı kur rejiminin bağımsız para politikası uygulamak için yeterli olmadığının giderek farkına varılması olarak da okumak mümkündür. Türkiye örneğinin geleneksel makroekonomik Üçlü Açmaz (impossible trinity/trilemma) savının geçerli olmadığı yönündeki görüşleri desteklemektedir. GOÜ neredeyse tam bir parasal İkili Açmaz’la (dilemma) karşı karşıyadır; çünkü finansal akımların serbest olduğu ortamda, bu ülkelerin merkezbankaları dalgalı döviz kuru rejimi altında bile gecelik faiz oranlarına dayanarak etkili para politikası uygulayamazlar. Ayrıca Türkiye örneği, kurumsal yapının ve yerleşiklerin döviz talebinin ikilemin bağlayıcılığını ve nasıl işlediğini anlamakta ne kadar önemli olduğunu da göstermektedir. |
“Türkiye Modeli” – 2021 ve Sonrası: Rastgele hedefler, gerçekleşmeler ve bir bilanço |
Orhangazi, Özgür; Yeldan, A. Erinç (ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, 2023-6) |
2021 sonbaharında Merkez Bankası’nın politika faizini indirmeye başlamasıyla birlikte döviz kurları yükselirken kısa bir süre sonra da enflasyon artışa geçti. Kısa sürede piyasa faizleri reel olarak negatif bölgeye çekildi. Aralık 2001’deki faiz indirimini takiben döviz kurlarındaki yükseliş hızlandı, piyasalardaki oynaklık kontrolden çıkmaya başladı. Kurlardaki yükselişi dizginlemek için devreye önce döviz kuru korumalı vadeli hesaplar, sonrasında da bir dizi bankacılık düzenlemesi sokuldu. Her ne kadar gerçek anlamda bir model çerçevesinde uygulanıyor olmasa da, bu politikalara “Türkiye modeli” ismi verildi. Bu çalışmada Eylül 2021’den itibaren uygulanan politikaların sebep ve sonuçlarını anlamak üzere bir tartışma yürütüyoruz. Bu amaçla öncelikle 2001’den itibaren Türkiye ekonomisinin makro dinamiklerinin bir dönemlendirmesini sunuyoruz. Bu dinamiklerin ana eksenini dış sermaye hareketleri ve bu süreçte biriken ve ihmal edilen kırılganlıkların oluşturduğunu vurguladıktan sonra, 2021’de uygulanmaya başlanan politika çerçevesine odaklanıyoruz. Bu politikaların ortaya çıkışını ve uygulanmasını tartışıp uygulanan politikaların makro ekonomik sonuçlarını, Orta Vadeli Program çerçevesinde hedefler ve gerçekleşmeler açısından inceledikten sonra bu politikalar neticesinde ortaya çıkan bölüşüm şokunu inceliyoruz. |
Uzun ÖZETLER
Türkiye’de yakın dönem merkez bankacılığı ve uygulanan politikaların sonuçları
Türkiye’nin enflasyon hedeflemesi stratejisi ne zaman başladı ve nasıl sonuçlar verdi?
Türkiye’nin enflasyon hedeflemesi stratejisi 1990’lı yıllardaki yüksek enflasyon düşük büyüme dönemini sona erdirmek için başlatılmıştır 1. Bu strateji çerçevesinde, TCMB 2000’li yılların başından itibaren fiyat istikrarına odaklanmış ve enflasyon hedeflemesi stratejisi çerçevesinde kısa vadeli politika faizini temel araç olarak kullanmaya başlamıştır . Bu politikaların sonucunda, 2002-2016 yılları arasında Türkiye’de düşük enflasyon düzeyleri ve istikrarlı büyüme gözlenmiştir .
TCMB bağımsızlığı neden azalmaya başladı ve bu durumun ekonomiye etkisi nedir?
TCMB bağımsızlığı, son yıllarda Türkiye’de iktisat politikalarında büyümeyi önceleyen yaklaşımın öne çıkmasıyla birlikte azalmaya başlamıştır . Özellikle Eylül 2021’den itibaren TCMB, düşük faiz politikası ve hızlı kredi genişlemesi ile yüksek büyümeyi de temel amaç olarak görmüş, enflasyon hedeflemesi temel ilkelerinden belirgin olarak uzaklaşmıştır . Bu durum, TCMB’nin para politikası araçlarının nominal çapa olma vasfının erozyona uğramasına, enflasyon oranlarının yükselmesine, döviz rezervlerinin kritik seviyelere düşmesine ve TCMB’nin makro-finansal istikrarı koruma kapasitesinin azalmasına neden olmuştur .
Operasyonel çerçevenin sürdürülebilir olmadığına dair hangi göstergeler var ve bu durumun çözümü için neler yapılabilir?
TCMB’nin düşük döviz rezervleri, enflasyon oranlarının yüksekliği, makro-finansal istikrarın korunamaması ve politika faizinin temel araç olduğu fiyat istikrarı odaklı politikalara geri dönülmesi gerekliliği yer almaktadır . Bu durum, mevcut para politikası operasyonel çerçevesinin sürdürülebilir olmadığını göstermektedir . Çözüm olarak, TCMB’nin tekrar fiyat istikrarına odaklanması ve döviz rezervlerini güçlendirmesi gerekmektedir . Bu çerçevede, kalkınmacı merkez bankacılığı yaklaşımının terk edilmesi ve piyasa işleyişine aşırı müdahale unsuru içeren para politikası araçlarının kullanımının azaltılması önerilmektedir .
Sonuç?
Başta TCMB’nin düşük döviz rezervleri olmak üzere, iktisadi göstergeler mevcut para politikası operasyonel çerçevesinin makro–finansal istikrar ve büyüme açısından sürdürülebilir olmadığını, politika faizinin temel araç olduğu fiyat istikrarı odaklı politikalara geri dönülmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. TCMB’nin tekrar fiyat istikrarına odaklanması ve döviz rezervlerini güçlendirmesi makro–finansal istikrar açısından ön şart olarak görülmektedir. Bu çerçevede, 2017 yılından başlayarak uygulanan kalkınmacı merkez bankacılığı yaklaşımının ve piyasa işleyişine aşırı müdahale unsuru içeren para politikası araçlarının terk edilmesi gerekmektedir. Güncellenecek para politikası operasyonel
çerçevesinde, politika faizinin tekrar temel politika aracı olması sağlanmalıdır. Ancak, TCMB zorunlu karşılıklar uygulamasının ve BDDK’nın makro–ihtiyati araçlarının da koordine ve makro–finansal istikrarı gözetecek şekilde etkin kullanılması uygun olacaktır. Diğer yandan, yerel piyasalar üzerindeki olumsuz etkilerinin azaltılması amacıyla kısa vadeli sermaye akımlarının aşırı artmasının önlenmesine yönelik kısıtlamaların piyasa işleyişini bozmayacak şekilde korunması, ekonominin dışsal şoklara karşı dayanıklılığını artıracaktır
İkili Açmaz çerçevesinden Türkiye’de yakın dönem Merkez Bankacılığı ve kur krizlerini anlamak
İkili açmaz nedir?
İkili açmaz, bir ülkenin merkez bankasının hem döviz kuru hem de enflasyon hedeflerini aynı anda gerçekleştirmekte zorlandığı bir durumdur. Bu durumda, merkez bankası faiz oranlarını artırarak enflasyonu kontrol etmeye çalışırken, aynı zamanda döviz kuru baskısı altında kalmaktadır. Bu nedenle, merkez bankası iki hedef arasında bir denge kurmaya çalışırken, sık sık zorlu bir dengeleme eylemi gerçekleştirmek zorunda kalır.
İkili açmaz durumunda ülke nasıl politika yürütebilir?
İkili açmaz durumunda, bir ülke politika yapıcıları, döviz kuru ve enflasyon hedefleri arasında bir denge kurmaya çalışırlar. Bu dengeyi sağlamak için, merkez bankası genellikle faiz oranlarını artırarak enflasyonu kontrol etmeye çalışır. Ancak bu politika, aynı zamanda döviz kuru baskısı altında kalmaktadır. Bu nedenle, politika yapıcılarının, döviz kuru ve enflasyon hedefleri arasında bir denge kurmak için farklı araçları kullanmaları gerekebilir. Bu araçlar arasında, döviz kuru müdahaleleri, sermaye kontrolleri, maliye politikası ve yapısal reformlar yer alabilir. Ancak, hangi araçların kullanılacağına karar vermek, politika yapıcılarının ülkenin özel koşullarını ve ihtiyaçlarını dikkate alarak yapacakları bir değerlendirmeye dayanır
Sonuç?
Basitleştirerek söyleyecek olursak neoliberal çerçevenin çok uzun yılardır bilinen/tekrarlanan önerisi, piyasa beklentilerine uyumlu olarak yüksek enflasyon (döviz kuru oynaklıkları) karşısında gecelik faizleri piyasa yapıcıları tatmin olana kadar yükseltmektir. Ancak Türkiye gibi GOÜ’de “yüksek” enflasyon olgusu yapısal bir olgu olup genellikle döviz şoklarının yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Döviz şokları ise tanım gereği ya döviz talebindeki ani artışlar, ya da arzdaki ani azalışlarla ilgilidir. Bu ani hareketler ise genel olarak beklentilere dayalı olarak yerleşikler, ya da yabancıların spekülatif davranışları sonucu oluşmaktadır. Oysa neoliberal merkez bankacılığının yaslanmış olduğu klasik Üçlü Açmaz çerçevesinde dalgalı döviz kurunun spekülatif davranışların şok etkisini emmesi ve merkez bankalarının, finansal piyasalar serbestken (tam konvertibilite altında) bağımsız para politikası uygulayabilmesi gerekir. Faiz hadlerinin yükseltilmesi önerisi, paradoksal olarak GOÜde aslında sermaye hareketlerinin kaprisleri karşısında bağımsız para politikası uygulanamayacağının da kabulü anlamına gelmektedir.
Ayrıca merkez bankasının TL’yi tayınlayarak piyasa faizlerini bir anda ciddi ölçülerde yükselttiği durumlarda (2001–2002 krizinde olduğu gibi) ekonomik aktörlerin bilançoları hem kur şokundan, hem de yüksek faizlerden aşırı şekilde bozulmaktadır. Sonuç olarak böyle bir politika çerçevesi, ciddi kur şokları karşısında finansal türbülansların topyekûn bir reel sektör krizine dönmesi ihtimalini artırmaktadır. Öte taraftan, kanımızca tüm eksiklerine ve problemli yanlarına rağmen yakın dönemde uygulanan merkez bankası politikaları ve paralelinde uygulanan tamamlayıcı politikalar zaman kazanılmasına yardımcı olmuştur.
Ancak, yukarda tartıştığımız gibi bunların mevcut haliyle sürdürülebilmesi de mümkün gözükmemektedir. Var olan politikaların sorunları neoliberal merkez bankacılığı politikalarının doğruluğu anlamına gelmemektedir. Alternatif paradigma arayışları gereklidir.
Kısaca şunu vurgulayabiliriz: Uzun dönemli bir perspektiften bakıldığında, Türkiye gibi GOÜ’de herhangi bir ilerici politika arayışı, uluslararası kısıtları anlamak ve onların bağlayıcılığını gözetmek zorundadır. Bu açıdan BW sistemiyle ortaya çıkan para hiyerarşisini göz önüne alan dinamik bir teorik çerçeveye ihtiyaç vardır. Kanımızca genişletilmiş İkili Açmaz çerçevesi en azından bir başlangıç noktası / tartışma zemini olabilir.
- Değişen ulusal ve uluslararası finansal piyasalar karşısında merkez bankaları amaçlarına sadece gecelik faiz oranlarına dayalı bir para
politikasına dayanarak ulaşamazlar. - GOÜ’de sermaye akımları konusunda bütüncül bir çerçeve uygulamak gerekmektedir.
- Yerleşiklerin (diğer GOÜ’de olduğu gibi) risklerin artığı dönemlerde ellerindeki tüm TL varlıkları yabancı varlıklara ya da altın gibi
kıymetli mallara çevirme eğilimine karşı günü kurtaran değil, ciddi kurumsal değişikliklere ihtiyaç vardır. - Özellikle görece az gelişmiş bir ülkede başarılı bir para ve finansal piyasa politikaları sanayileşme stratejisinden ayrı düşünülemez
“Türkiye Modeli” – 2021 ve Sonrası: Rastgele hedefler, gerçekleşmeler ve bir bilanço
ERİNÇ YELDAN
ÖZGÜR ORHANGAZİ
Türkiye Modeli nedir?
“Türkiye Modeli” terimi, Türkiye’de son yıllarda uygulanan ekonomi politikalarına verilen bir isimdir. Bu politikaların gerçek anlamda bir model çerçevesinde uygulanmadığı belirtilmekle birlikte, bu terim genellikle Türkiye’nin ekonomik büyüme ve istihdamı koruma tercihine dayalı politikalarını ifade etmek için kullanılır.
2002-2021 dönemi nasıl gruplandırılmıştır?
2002-2021 dönemi, Türkiye ekonomisinin makro dinamiklerinin bir dönemlendirmesi yapılarak üç ana gruba ayrılmıştır. Bu gruplar, 2002–2007: Dış sermaye girişleriyle istikrar,
2008–2009: Küresel finansal kriz,
2010–2013: Miktarsal genişleme,
2014–2017: Kur–faiz kıskacı,
2018–2021: Kur şokları, kriz eğilimleri olarak gruplandırılmıştır.
2002-2021 dönemi nasıl değerlendirilmiştir?
Özetleyecek olursak, AKP’nin ilk yılları küresel ekonominin genişleme içinde olduğu bir konjonktüre denk gelmiş idi. Büyük Uyum (great moderation) diye tanımlanan bu dönem, küresel finans sermayesinin yarattığı coşkular, köpükler ve dengesizliklerin Minsky noktası diye anılan sınırlara ulaşmasıyla birlikte krize sürüklendi. Sıcak para destekli, “hormonlu” diye ifade edilen büyümenin ana kaynakları artık kurumaktaydı. Bunun ötesinde, AKP içindeki koalisyon grupları artık ulusal kaynaklardan daha büyük pay kapma mücadelesini hızlandırmaktaydı.
AKP’nin, her ne pahasına olursa olsun, bir büyüme öyküsüne ihtiyacı keskinleşmekteydi. Bu kısa tarihçenin bize yansıttığı temel derslerden birisi, merkez bankalarının kendilerini sadece ve sadece fiyat istikrarı hedefi ile sınırlamasının makroekonomik istikrarı sağlamaya yetmediği ve özellikle dövizin reel olarak bu denli ucuzlamasının yarattığı yapısal nitelikli sorunları görmezden gelmesinin tarihi bir hata olduğu gözlemidir. Türkiye ekonomi idaresi, 2001 sonrası dönemde sermaye hareketlerini iyi yönetememiş, dövizin sürekli olarak ucuzlamasına kayıtsız kalmış, hatta desteklemiştir. “Şimdi artık her şey değişik”; “cari işlemler açığı finanse edilebildiği sürece sorun değildir” türü dogmatik inançların ve sloganların ardına gizlenen ekonomi idaresi, sıcak para akımlarının yarattığı istikrarsızlığı ve tahribatın boyutları karşısında merkez bankasının çaresizliğini “yapısal reform” söylemi ile geçiştirmiştir.
Sonuç olarak ?
“Türkiye modeli” olarak adlandırılan yaklaşımın, iktidarın enflasyonu ve dış kırılganlıkları artırmak pahasına kredi genişlemesi yoluyla ekonomik büyümeyi ve istihdamı koruma tercihine dayandığı ortaya çıkmıştır. Ancak, kredi genişlemesi yatırımları teşvik etmek yerine spekülatif faaliyetleri tetiklemiştir.
İkinci olarak, daha geniş bir perspektiften bakıldığında, “Türkiye modeli” sermayenin kârlılığını yeniden tesis eden bir yaklaşım olmuştur. Bu süreçte şirketlerin ve zengin kesimlerin kazançları artmıştır. Aynı zamanda yüksek ücret artışları ve sosyal yardımlarla enflasyonun gerisinde kalan ücretlilere de politik destek sağlanmıştır.
Üçüncü olarak, tüm retoriğe rağmen Türkiye ekonomisi hâlâ dış sermaye girişlerine bağımlıdır. Bu bağımlılık, net hata ve noksan kaleminden kaynaklanan girişler, Merkez Bankası’nın swap operasyonları ve dost ülkelerden gelen desteklerle sürdürülmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin ithalata olan bağımlılığı da devam etmektedir. İhracattaki artış, ithalattaki artışla birlikte gelmektedir.
Türkiye ekonomisinin yakın gelecek dönemde de bu üç dinamik tarafından şekillendirileceği açıktır. Yüksek dış kırılganlıkların olduğu bir ekonomide sermayeyi canlandıran, ancak çalışanların milli gelirden aldığı payı azaltan, yoksullaşmaya yol açan ve yeterli istihdam sağlamayan bir modelin sınırlarını gözlemleyeceğiz. Bu sıkışıklık içinde, herhangi bir alternatifin henüz ortaya çıkmadığı bir ortamda, el yordamı politikaların bir süre daha devam edeceği öngörülmektedir. Ancak dış kırılganlıklar sürdürülemez bir noktaya geldiğinde, sermaye kontrollerinin sertleşmesi veya daha geleneksel bir politika çerçevesine dönülmesi gibi bir tercih yapılması gerekecektir. Orta ve uzun vadede dış sermaye girişlerine olan bağımlılık, yüksek ithalat oranları, sanayide düşük verimlilik ve düşük teknolojili emek – yoğun üretim, tarımsal üretimdeki gerileme, gelir ve varlık eşitsizliği, yoksulluk gibi sorunlarla ilgilenen bir politika çerçevesinin ortaya çıkma olasılığı şu anda ufukta görülmemektedir