Ekonomi
Prof. Mehmet Hasan Eken: Türkiye Ekonomisi: Cumhuriyet Dönemi Ekonomik Büyüme Üzerine Bir Analiz (3)
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN’in Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisi 1923-2021 dönemi büyüme verilerini hükümetler…
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN’in Türkiye Cumhuriyeti Ekonomisi 1923-2021 dönemi büyüme verilerini hükümetler bazında farklı dönemlere ayırarak incelediği; ilki 1921-1950 arasını kapsayan, ikincisi 1951-1980 dönemini kapsayan yazısının 1981-2021 dönemini kapsayan son bölümünü yayımlıyoruz.
—————————————————————————————-
1981-1983 Dönemi
Darbe sonrası 3 yıllık dönemde ekonomi yönetimine Başbakan Yardımcısı olarak tam manasıyla Turgut Özal hakim olmuştur. Adalet Partisi hükümeti için Başbakanlık Müsteşarı olarak hazırladığı 24 Ocak Kararlarını cunta hükümeti döneminde hiçbir itiraz ile karşılaşmadan uygulamaya koyma olanağını bulmuştur.
Grafik 9: 1981-1983 Dönemi Büyüme Verileri ve TL Değer Kaybı/Kazancı
Kaynak: TÜİK ve TCMB verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
Yukarıdaki Grafik 9’da görüldüğü gibi 24 Ocak Kararlarına uygun olarak TL dolar karşısında 3 sene arka arkaya devalüe edilmiş ve TL dolar karşısında toplamda %122 oranında değer yitirmiştir.
Aynı dönemde ekonomi ortalama olarak %4.5 büyümüştür. Ancak yapılmış olan devalüasyonlar nedeniyle büyümeden sabit gelirliye verilen pay artmak bir yana azalmıştır. Bu dönemde dış borç stoku ise 1983 sonu itibariyle 18 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmiştir.
Tabii bu dönemi kapatmadan önce “Banker Krizine” de değinmekte yarar var. Bilindiği gibi 24 Ocak Kararlarının önemli hedeflerinden biri de finansal piyasaları serbestleştirme (liberalleştirme) olarak belirlenmişti. Bu kapsamda bankaların uhdesinde olan “faizle para toplama” ya da mevduat toplama yetkisi “Bankerlere” de verildi.
Bankerlere bu yetkinin verilmesiyle beraber 1970’li yıllar boyunca uygulanmış olan “negatif faiz” dönemi de sona erdi. Bankerler vatandaştan daha fazla mevduat toplama amacıyla hem bankalarla ve hem de birbirleriyle faiz yarışına girdiler. Bunun sonucunda da “mevduat piyasası” tam manasıyla bir “Ponzi Oyununa” dönmüş oldu.
Çok sayıda bankerin iflasıyla sonuçlanan bu “faiz yarışına” piyasaların serbestleştirilmesi amacıyla dönemin hükümeti tarafından izin verilmiş ve yaşananlar karşısında ses çıkarılmamıştı. Nihayetinde servetini kaybeden çok sayıda mağdur vatandaş bu serbestleşmenin faturasını ödemiş oldu. Elbette bu gelişmeler 24 Ocak Kararlarının ruhuna uygundu.
Tabii bu tür gelişmeler piyasaların düzenlenmesi konusunu bir kere daha gündeme taşımış ve bu kapsamda 1981 yılında Sermaye Piyasası Kurulu kurulmuş ve 1982 yılında da faaliyetlerine başlamıştır.
1984-1991 Dönemi
Bu dönem Anavatan Partisi’nin tek başına iktidar olduğu dönemdir. Darbe hükümeti döneminde uygulama işlemi önemli ölçüde tamamlanan 24 Ocak kararları bu dönemde oluşan ekonomik gelişmelerin temelini oluşturmuştur.
Bu kapsamda ekonomide serbestleşme çerçevesinde döviz alım satımı serbest bırakılmış, ihracat teşvikleri uygulamaya konulmuş ve dış ticaret önemli ölçüde serbest bırakılmıştır. Tabii bununla ülkenin dış piyasalara ve rekabete açılması hedeflenmiştir.
Bu dönemde 1985 yılında yani SPK’nın kuruluşundan 4 sene sonra Borsa İstanbul kurulmuş ve sermaye piyasaları alanında büyük bir adım atılmıştır. Sermaye piyasalarının gelişmesi için ve şirketlerin halka arzı için gereken teşvikler sağlanmıştır.
Yine bu dönemde özellikle tahvil ve bono piyasalarında işlem gören kağıtların neredeyse tamamı hazine kağıtları olarak işlem görmüşlerdir. Bunda kamu açıklarının para basılarak değil borçlanma ile finanse edilmesi politikasının büyük rolü olmuştur.
Yine bu dönemde 1984 yılından başlanarak devlete ait fabrika, şirket vb. kurumlarının özelleştirilmesine ilişkin çalışmalara başlanmış ve bu faaliyetleri yürütmesi için Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi görevlendirilmiştir. Türkiye’de ilk özelleştirme işlemi ise 1985 yılında gerçekleştirilmiştir.
Tabii yukarıda kısaca özetlenen politikalar ve çalışmalar tamamen 24 Ocak Kararları çerçevesinde yapılması gereken işlemler olduğunu unutmamak lazım.
Aşağıdaki Grafik 10’da görüleceği gibi bu dönemde ülke ekonomisi her sene büyümüş ve 8 yıllık ortalama büyüme oranı da %5 olarak gerçekleşmiştir.
Yine aynı grafikte görülebileceği gibi TL dolar karşısında her sene değer kaybetmiştir. 1984 yılında 364 TL olan dolar 1991 yılında 4.175 TL’ye yükselerek bu sürede TL toplamda 10.5 kat değer kaybetmiştir.
Grafik 10: 1984-1991 Dönemi Büyüme Verileri ve TL Değer Kaybı/Kazancı
Kaynak: TÜİK ve TCMB verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
Bu iki gelişmeyi beraber değerlendirdiğimizde uygulanan politikaların özü itibariyle TL’nin değersizleştirilerek ihracatın teşvik edilmesi, büyümenin ihracata bağlanması ve bu sayede ülkeye döviz girişinin hızlanmasını sağlamaktır. Elbette yükselen döviz kurunun neden olduğu hayat pahalılığının sebep olduğu bedel ise sabit ücretliye ödetilmiştir.
Kasım 1984 seçimleri sonrası başbakanlık görevine gelen Özal uygulamaya çalıştığı politikaları bizzat kendisi uygulamıştır. Ancak 1989 yılında cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra Ekim 1991 seçimlerine kadar yerine gelen Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz hükümetleri döneminde ise bu politikalar üzerinde dolaylı etkileri olmuştur.
Bu dönemde ülkenin dış borcu 1984 yılında 22 milyar dolar düzeyindeydi. Dönem sonu olan 1991 yılında ise dış borç stoku %145 artarak 54 milyar dolar düzeyine yükselmiştir. Bu yükseliş 24 Ocak Kararları kapsamında uygulanan politikalara tamamen uygundur.
Demokrat Parti hükümeti döneminde başlayan dış borca dayalı ekonomik büyüme modelinin bu dönemde de uygulandığı açıktır. Ancak bu dönemde bu politikaya serbestleşme, özelleştirme ve dışa açılma da eklemlenmiştir.
Elbette dış borçtaki bu artışın ekonomik büyüme üzerinde önemli etkisi vardır. Ancak bu sefer büyümeden dış borç sahiplerine de pay verilmesi sonrası ülke halkının büyümeden aldığı pay ise azalmıştır.
Tabii bu dönemde uygulanan politikalar üzerinde ABD ve İngiltere başta olmak üzere dünyada uygulanan arz ekonomisinin de büyük etkisi vardır. Bu da tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de piyasalarda “deregülasyon” yani serbestleştirme ya da düzenlemelerin azaltılması politikaları devreye alınmaya çalışılmıştır.
Bu kapsamda Türkiye’de özellikle vergileme açısından doğrudan vergi oranları zamanla azaltılırken dolaylı vergiler ise tüketim üzerinden alınmaya başlanmıştır. Bu çerçevede Türkiye’de Katma Değer vergisi (KDV) 1985 yılında uygulamaya konulmuştur.
Bütün bu değişim, dönüşüm ve serbestleşmelere rağmen büyüme oranı yıllık bazda ortalama %5 düzeyinde gerçekleşmiştir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bu büyümeden aldıkları pay ise dış borçtaki ve dolar kurundaki hızlı artış nedeniyle azalmıştır.
1992-2002 Dönemi
Bu dönem ekonomide en çalkantılı dönemlerden biridir. Aşağıdaki Grafik 11’de görülebileceği gibi Türkiye’de bu dönemde TL her sene düzenli olarak dolar karşısında değer kaybetmiştir. 1992 yılında 6.874 TL olan dolar 2002 yılında 1.505.000 TL’ye çıkmış ve 219 kat yükselmiş ve TL’nin dolar karşısındaki 11 senelik değer kaybı dolar %21794 olarak kayda geçmiştir.
Bu dönemde yıllık ortalama büyüme oranı ise %3.4 olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde 1992 yılında 59 milyar dolar olan dış borç stoku 2002 yılına kadar %124 132 milyar dolara yükselmiştir. Dış borç ve dolar kurunda meydana gelen devasa artışlar çok büyük siyasi sonuçlar doğurmuş ve 2002 seçimlerinde bu dönemde iktidarda yer almış bütün partileri seçim barajının altına sürüklemiştir.
Grafik 11: 1992-2002 Dönemi Büyüme Verileri ve TL Değer Kaybı/Kazancı
Kaynak: TÜİK ve TCMB verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
Bu dönemde 11 senede toplam 11 hükümet görev yapmıştır. Bu hükümetlerin tamamı farklı siyasi partiler tarafından oluşturulmuş koalisyon hükümetleri olarak kurulmuş ancak 1991-1993 Demirel hükümeti hariç koalisyon ortakları arasında sürekli bir güvensizlik durumu söz konusu olmuştur. 28 Şubat 1997 süreci de bu dönemde yaşanmıştır.
Bu dönemde Çiller hükümetinin uyguladığı faiz oranını piyasaya rağmen indirme politikası nedeniyle yaşanan 1994 krizinde TL dolar karşısında %200 değer yitirmiş ve sonrasında kuru dengelemek için faiz oranları %70 seviyesinden %400 seviyesine çıkarılmıştır. 1994 krizinde 3 tane banka battı. Bu krizin tetiklediği ekonomik çalkantı sonucu 2000 yılına gelindiğinde batan banka sayısı 10’ yükseldi. Batan banka sayısı 2002 yılına gelindiğindeyse 22’ye yükselmişti.
Elbette batan bankaların bütçe ve ekonomiye getirdiği yük ve ekonomiye duyulan güvenin azalmasına sebep olmasının ortalama büyüme oranının düşük kalması üzerinde önemli etkileri olmuştur.
Yaşanan bu krizler sebebiyle Uluslararası Parasal Fon (International Monetary Fund) yani IMF ile yapılan stand-by anlaşmaları kapsamında yapılan “reformlar” sonucunda 1999 yılında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) kurulmuş ve bankaların gözetim ve denetiminin sorumluluğu özerk bir kurum olarak kendisine verilmiştir.
BDDk tarafından uygulanan politikalar ve alınan tedbirler sonucunda bankacılık sektörü süratle toparlanmış ve batık bankaların ekonomi üzerinde oluşturduğu yük ve güvensizlik durumu sona erdirilmiştir.
Bu dönemin son senesi olan 2002 yılında uygulamaya konulan bir diğer dolaylı vergi olan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) uygulanan reformlar kapsamında devreye alınmıştır. Böylece KDV sonrası ÖTV de tüketim üzerinden alınan dolaylı bir vergi olarak bütçe gelirleri arasındaki yerini almıştır.
Bu dönemin son yıllarında 2000 ve 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş (1973-1977 döneminde Başbakan Ecevit’in ekonomi danışmanı olarak görev yapmıştır) Türkiye’ye davet edilerek ekonominin krizden çıkarılması için yetkilendirilmiştir.
IMF ile beraber Kemal Derviş tarafından hazırlanan ekonomi programı iki aşamadan oluşuyordu. Birinci aşamada “Krizden Çıkış” planlanırken ikinci aşamada ise “Güçlü Ekonomiye Geçiş” planlamaları yapılmıştı.
Bu programın birinci aşaması yani “Krizden Çıkış” programı 2002 yılında devreye alınan stand-by programı ile başladı. 2005 yılında geçilmesi planlanan ikinci aşamaya yani “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programına ise 2002 yılı sonunda iktidara gelen AKP tarafından geçilmedi. “Krizden Çıkış” programı diğer adıyla “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikası AKP tarafından 2005 yılına kadar IMF ile ve sonrasında da 2017 yılına kadar da sadece kendisi tarafından kesintisiz bir şekilde uygulandı.
2003-2021 Dönemi
Türkiye’de yaşanan 2000-2001 krizleri sonrasında alınan ekonomik tedbirlerin devreye alınmasından 7-8 ay sonra yapılan genel seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) %34.28 oy oranıyla milletvekillerinin %67’sini kazanarak tek başına iktidara geldi. AKP iktidara geldiğinde ekonomik krize karşı alınan tedbirler devreye alınmış ve çözüme ilişkin önemli ölçüde sonuç alınmaya başlanmıştı.
İktidara geldiğinde yürürlükte olan ve tabiri caizse saat gibi işleyen “Krizden Çıkış Programı” ya da diğer adıyla “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasını uygulamaya devam eden AKP yine tabiri caizse virgülüne dahi dokunmadan bu programı uygulamada bıraktı.
Tabiri caizse ekonomi alanında herhangi bir şey yapmasına da gerek yoktu. Tek yapması gereken IMF ile anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında uygulamadaki ekonomi programının ikinci aşaması olan “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programını devreye alması olacaktı.
Ancak bunu yapmadı. IMF ile aynı anlaşmayı 3 yıl süreyle uzattı ve “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasını uygulamaya devam etti. 2008’de IMF anlaşmasının süresi bittiğindeyse bu defa süre uzatımına gitmedi ancak “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasını 2017 yılına kesintisiz uygulamaya devam etti.
AKP iktidara geldiğinde Türkiye’de altyapı sorunları önemli ölçüde tamamlanmıştı. Türkiye’de 2002 yılında otomobil fabrikalarından tutun, çimento fabrikalarına kadar; elektronik eşya üretimi fabrikalarından tutun ağır sanayi fabrikalarına kadar her tür fabrika bulunmaktaydı.
Bu dönemde başta bankacılık olmak üzere finans piyasalarında yapılması gereken bütün reformlar yapılmış ve Türkiye’nin güçlü bir finans sistemi oluşmaya başlamıştı. Ekonomik krizden çıkışın bedeli de diğer siyasi partiler tarafından en ağır şekilde ödenmişti.
Grafik 12: 2002-2021 Dönemi Büyüme Verileri ve TL Değer Kaybı/Kazancı
Kaynak: TÜİK ve TCMB verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
Böyle bir ortamda ülkeyi yönetmeye başlayan AKP Grafik 12’de görülebileceği gibi 19 yıllık 2003-2021 döneminde yıllık ortalama %5.5 düzeyinde bir büyüme oranı yakalamıştır. Bu oran 1923-2021 döneminin büyüme ortalaması olan %5.07’nin biraz üzerinde 1923-1938 dönemi ortalama büyüme oranı olan %7.9’un ise 2.4 puan altında kalmaktadır.
1923 yılındaki ülke envanteri ile 2002 yılındaki ülke envanteri mukayese edildiğinde 2003-2021 dönemi ortalama büyüme oranının Türkiye’nin büyüme kapasitesinin oldukça altında kaldığı söylenebilecektir.
Yine Grafik 12’de görüleceği gibi 2003-2021 döneminde TL’nin dolar karşısındaki performansını 2003-2008 dönemi ve 2009-2021 dönemi olmak üzere iki döneme ayırmak gerekir. 2002 yılında 1.505.000 olan dolar 2005 yılında 1.340.000 TL’ye ve 2008 yılında da 1.290.000 TL’ye gerilemiştir. Elbette TL’nin dolar karşısında değer kazanması uygulanan “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikası sayesinde olmuştu.
TL’nin dolar karşısında gösterdiği bu performans üzerine AKP 2005 yılında TL’den 6 sıfır atmıştır. 6 sıfır atılmış haliyle 1 dolar 2008 yılında 1.29 TL düzeyine gerilemiştir. 2008 yılında 1 dolar en düşük seviye olan 1.15 seviyesine kadar gerilemiştir.
İkinci dönem olan 2009-2021 döneminde ise dolar TL karşısında 1.29’dan 8.87’TL düzeyine yükselmiştir. Bugün itibariyle ise 1 dolar 18.3 TL düzeyindedir.
Bu bilgiler ışığında ekonomik büyüme verilerine yeniden baktığımızda 2003-2008 dönemi büyümesi önemli ölçüde TL değer kazancı sayesinde gerçekleşmiştir ki bu aldatıcıdır. Bu dönemde ekonomi yıllık ortalama %6.2 büyürken TL ise dolar karşısında yıllık ortalama %4.1 değer kazanmıştır.
Misal 2002 yılında 1000 TL 666.67 dolar ederken, aynı 1000 TL 2008 yılında 775.2 dolara eşitti. Yani bu dönemde dolar bazında paranız kendiliğinden %16.3 toplam ve yıllık %2.7 ortalama bir büyüme sağlamıştır. Bu dönemdeki büyümeden dolardaki değer artışı düşüldüğünde büyüme oranı çok düşük seviyelere gelmektedir. Bu durum Türkiye’de bir tür “Sahte Cennet” oluşmasına neden olmuştur.
Elbette TL’nin dolar karşısında değer kazanması uygulanan “Yüksek faiz Düşük Kur” sayesinde olmuştur. Yani TL’nin dolar karşısında değer kazanması ekonominin üretim yaparak güçlenmesi sayesinde gerçekleşmemiştir.
TL’nin dolar karşısında güçlenmesinin bedeli yüksek faizle ödenmiştir. 2003-2008 döneminde TL için ödenen yüksek faiz sayesinde Türkiye’ye gelen sıcak para dolar bazında %50 seviyesinde kazanç sağlamış ve bu nedenle Türkiye ekonomisine büyük zarar ve büyük bedeller ödetmiştir.
Ancak AKP tarafından 2017 yılına kadar ve gereksiz yere çok uzun süre uygulanan ancak “sürdürülemez” olan “Yüksek faiz Düşük Kur” politikası Türkiye’de “yerel kaynaklara dayalı” üretimi bitme noktasına getirmiş ve ülkenin üretimini %70’in üzerinde ithal girdiye bağımlı hale getirmiştir.
Bunun neticesinde cari açık sürekli büyümüş. Bunu finanse etmek için de sürekli dış borç alınmıştır. 2002 yılında sadece 132 milyar dolar olan dış borç stoku 2021 yılında 3.35 kat artarak 442.5 milyar dolara yükselmiştir. Dış borç stoku 2022 yılında 450 milyar dolara yükselmiştir. Buna -50 milyar dolar TCMB negatif rezervini ekledikten sonra “proje garantileri” (kapitülasyonlar) için gelecekte ödenecek dolarları da borç kabul edip hesaba kattığımızda dış borç stoku 630 milyar dolar seviyesine gelmektedir. Bu da 4.8 kat dış borç artışına denk gelmektedir.
AKP hükümeti tarafından uygulanan bu “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikası sayesinde TCMB rezervleri hızla artarak 2017 yılında 130 milyar dolar seviyesine gelmiştir. Sonrasında uygulanan “yüksek kur düşük faiz” politikasıyla bu rezervlerin tamamı harcanmış ve üstüne 50 milyar dolar da borç alınarak rezerv miktarı 2022 yılında -50 milyar düzeyine indirilmiştir.
AKP hükümeti tarafından uygulanan “Yüksek Faiz Düşük Kur” politikasının külfetlerinin ödenmeye başladığı 2008 sonrası TL 2021 yılına kadar dolar karşısında sürekli değer yitirmiştir. Bu da ülkeyi bu politika ile yaratılmış olan “Sahte Cennet” rüyasından uyandırıp gerçeklerle yüzleştirmiştir.
Ancak AKP hükümeti buna rağmen bu politikayı 2017 yılına kadar sürdürmüştür. 2017 yılından itibaren kuru düşürmek için bu politika sayesinde biriken TCMB rezervlerini satarak “Sahte Cennet” rüyasını sürdürmeye çalışmış ancak bunu başaramamış ve TCMB rezervleri de tamamen yok olmuş ve negatife dönmüştür.
Sonrasında AKP farklı TCMB başkanlarıyla farklı faiz ve kur politikaları uygulamaya koysa da TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesine engel olamamıştır. 2021 yılının Ağustos ayından itibaren hükümetin “Faiz Sebep Enflasyon Sonuç” iddiasıyla uyumlu olarak TCMB faiz oranlarını düşürmeye başladı. Sonrasında dolar kuru hızla yükselerek 9 TL seviyesinden 18 TL seviyesine yükseldi.
AKP hükümeti bunun üzerine bu politikasından vazgeçmek yerine bu sefer Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından Kur Korumalı Mevduat ve TCMB tarafından da Döviz Tevdiat Hesaplarından Türk Lirası Vadeli Mevduata Dönüşümün Desteklenmesi kararları alınmış ve uygulanmıştır. Bu programlar kapsamında TL önce dolar karşısında değer kazanmış olsa da daha sonra değer yitiren TL dolar karşısında yine zayıflamış ve kur gene 18 TL seviyesini aşmıştır.
Tabii bu iki uygulama hem bütçe üzerinde ve hem de TCMB üzerinde önemli bir yük oluşturmuştur. Son yapılan açıklamalarda bu programların 6 aylık maliyetinin 160 milyar TL olduğu ifade edilmiştir.
Kuru kontrol etmede bu iki programın da ödenen yüklü bedele rağmen başarısız olması hükümeti yeni yollar denemeye itmiştir. Bu defa dolara olan talebi kısmak için kredilere sınırlama getirme işlemi devreye sokulmuştur.
Bunun da işe yaramayacağı ortadayken AKP hükümetinin akılcı ve bilimsel politikaları ne zaman uygulamaya geçireceği ise belli değildir.
Bütün bu politika değişiklikleri AKP, MHP ve BBP tarafından oluşturulan Cumhur İttifakı’nın desteklediği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra uygulamaya konulduğu unutulmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 16 Nisan 2017 Referandumuyla kabul edilmiş ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır.
Bu şartlar altında ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle 2023 seçimlerine giden Türkiye’de seçim sonrası oluşacak yeni hükümetin ekonomide yapacağı çok iş bulunmaktadır. Muhalefetin oluşturduğu Millet İttifakı seçimleri kazandıkları taktirde ülkede “Güçlendirilmiş Demokratik Parlamenter Sistemi” kuracaklarını millete taahhüt etmişlerdir.
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı