Ekonomi
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN: Kapitalizm, Faiz, Din ve Türkiye’de Uygulanan Para Politikası
Kapitalizm en basit ve en yalın manasıyla “sermayecilik” demektir. Sermayenin kazancı ise en yalın haliyle “getiri” olarak tanımlanabilecektir. Kapitalist bir…
Kapitalizm en basit ve en yalın manasıyla “sermayecilik” demektir. Sermayenin kazancı ise en yalın haliyle “getiri” olarak tanımlanabilecektir.
Kapitalist bir sistemde her şeyin bir getirisi vardır. Mesela petrole, altına, gümüşe ve benzeri emtiaya yatırım yapmanın beklenen getirisi fiyat artışıdır. Bazı varlıkların mesela gayrimenkullerin getirisi ise kira geliri ve fiyat artışı olmak üzere ikiye ayrılır.
Yine kapitalist bir sistemde varlıkların getirilerinin hesaplanması için bir değer ölçme aracına yani bir para birimine de ihtiyaç vardır. Bu para biriminin getirisi de faiz geliri ve fiyat artışı olmak üzere ikiye ayrılır.
Günümüzde para birimlerinin tamamı “fiat” paralardan oluşmaktadır. Karşılığında altın ya da başka değerli emtia olmayan ve aslında kendisi de bir tür emtia olan bu fiat paralar değerlerini ait oldukları ülkelerin ekonomik, siyasi ve askeri güçlerinden almaktadırlar. Bu üç gücün toplamına kısaca ülkenin itibarı diyebiliriz.
Dolayısıyla itibarı daha fazla ülkelerin para birimleri görece daha itibarı düşük olan ülkelerin para birimleri karşısında sürekli değer kazanırlar.
Kapitalist bir sistemde bir değişim aracına yani paraya bir kere daha ihtiyaç vardır. Bu yönüyle baktığımızda para sermayenin en likit halidir ve dolayısıyla el değiştirmesi de çok kolaylaşmaktadır. Likit sermaye sahibi olmanın bedeli ise ona verilen kira yani faizdir.
Bu tanımlamalardan sonra faiz kavramının ne olduğuna bakalım.
En basit tanımıyla faiz borç verilen para karşılığında alınan ilave paradır. Yani borç alınan paranın tabiri caizse kira bedelidir ve paranın getirisini oluşturan birinci elementtir. Paranın getirisini oluşturan ikinci element ise emtia ve/veya diğer para birimlerine karşı değer artışıdır.
Borç dönemi sonunda para mesela altına ve dolara karşı veya genel olarak bütün emtiaya karşı değer kazanmışsa paranın getirisi çok daha yüksek olacaktır. Değer kaybı ise getiriyi azalacaktır.
Para yani likit sermaye için ödenen faiz oranı ise enflasyon ve ona ilave edilen bir risk primi şeklinde belirlenmektedir. Dolayısıyla her ülkede enflasyon ve risk primi farklı olduğu için her ülkede yerel paraya ödenen faiz düzeyi de farklı olabilecektir. Ülke içinde de farklı risk primlerine sahip olmaları nedeniyle şahısların ve şirketlerin ödedikleri faiz oranı da yine farklı olacaktır.
Şimdi bir ülkenin ekonomisinin itibarının çok yüksek olduğunu düşünelim. Sahip olduğu güç ve itibar sayesinde bu ülkenin parasına olan talep artacaktır. Artan talep ise bu ülkenin enflasyonunu düşük ve parasını çok değerli hale getirecektir. Değeri artan paranın getirisi ise yükselecektir.
Yani böylesine güçlü bir ülkede para için ödenen faiz düşük enflasyon sayesinde azalırken anılan güçlerden değerini alan parasının fiyatının artması ise getirisinin en büyük elementini oluşturacaktır.
Böyle bir ülkede değeri artan para nedeniyle enflasyon düşeceği için ve ayrıca risk primi de düşük olacağı için ülke içinde yerel para için ödenen faiz düşer. Ancak ülke dışında ise bu paraya erişimin maliyeti yani ödenen faiz ise ülkelerin itibarlarına koşut oluşan risk primine göre belirlenecektir. İtibarı düşük olan kimi ülkeler bu paraya sahip olmak için çok yüksek faiz öderken itibarı yüksek ülkeler ise düşük faiz vereceklerdir.
Öte yandan itibarı düşük olan ülkelerin para birimleri de itibarı yüksek ülkelerin para birimlerine karşı sürekli değer kaybederler. Bu nedenle bu ülkelerin paralarına olan talep azalır ve değeri yani paranın getirisinin ikinci elementi olan fiyatı sürekli düşer yani getirisi sürekli azalır.
Bu ülkeler kendi paralarına talep yaratmak ve kendi paralarının getirilerini yükseltmek için paranın getirisinin birinci elementi olan faiz oranını yükseltmek zorunda kalırlar. Aksi takdirde paraları değersizleşip yok olup gidecektir. Yani Gresham yasası devreye girer ve “kötü para iyi parayı kovar”.
Ancak sürekli yüksek faiz ödemek bu tür zayıf ülkelerin ekonomilerini temelden bozacağı için ödenebilen bu yüksek faiz sadece geçici olarak işe yaramaktadır. Yapılması gereken ise ekonomiyi üretimle güçlendirerek, siyasi ve askeri alanda itibar kazanarak paranın değerini korumaktır.
Bir ekonomide neden borç alınır?
Devletler, şirketler ve gerçek kişiler iki gerekçeyle borçlanırlar. Birincisi tüketim ihtiyacını karşılamak. Bu konuya bu yazıda gitmeyeceğim. İkinci gerekçe ise yatırımdır. Bu konuyu yazının geri kalan kısmında tartışacağım.
Bir yatırımcı yapacağı yatırım için yeteri kadar sermayeye sahip değilse borç alır. Ödünç aldığı para yani likit sermaye için de faiz öder. Daha önce ifade edildiği gibi bu faiz oranı borç alanın riskliliğine göre belirlenir ve alacaklı için beklenen getiriyi oluşturur. Bu getiri garanti değil ve riskin gerçekleşip gerçekleşmemesine göre artıp azalabilecektir.
Borç alan yatırımcı yapacağı yatırımla ödediği faizden daha fazla kazanç sağlayacağı beklentisi içindedir. Aksi takdirde borç alıp yatırıma girişmez. Daha önce de ifade edildiği gibi para sermayenin en likit halidir. Dolayısıyla para olarak borç sermaye almak en kolayıdır. Bu nedenle günümüzde borç alınan sermaye çoğunlukla para şeklinde olmaktadır.
Borç alınan para bazen yerel para birimi cinsinden olmaktadır. O zaman ödenecek faiz dışında başka bir maliyet pek söz konusu olmamaktadır. Faizin sabit ya da değişken olması ise tarafların anlaşmasına bağlıdır.
Öte yandan bazen de borçlanma yabancı para cinsinden mesela dolar cinsinden olmaktadır. Burada da faizin sabit ya da değişken olması tarafların anlaşmasına bağlıdır. Ancak bunun ötesinde borç alınan paranın değerinin yerel ülke para birimi karşısında değişimi yani kur riski söz konusu olacaktır.
Borç alınan yabancı paranın değeri yükseldiğinde borç alınan paranın yerel para birimi cinsinden maliyeti artmaktadır. Yani borç veren (eğer yerel ülkede ise) için elde edilen getiri kur farkı nedeniyle artarken borç alan için de borçlanmanın maliyeti yani ödediği faiz artmaktadır. Öyleyse kur farkı da getirinin/maliyetin önemli bir parçası yani faizin ve getirinin diğer bir elementidir.
Şimdi olaya Türkiye’de uygulanan para politikaları açısından bakalım. Türkiye’de “faiz haramdır, nas var nas” ifadelerinden sonra ortaya “faiz sebep enflasyon sonuç” iddiası ortaya atılarak kısa vadeli para piyasasında faiz oranı düşürülerek yatırım ve üretim ve dolayısıyla ihracat artırılarak ekonominin güçlenmesine, döviz rezervlerinin artırılmasına ve enflasyonun düşürülmesine çalışılacağı iddia edildi.
Tabii bu politikanın uygulanmasıyla beraber faizin düşürülmesiyle döviz kurunun yükselmesine ve dolayısıyla enflasyonun yükselmesine sebep olundu. Bu da sermayenin getirisinin yani sermayenin maliyetinin yükselmesine sebep oldu. Ancak faiz uygulanan para politikasıyla baskılandığı için kur farkı şeklinde faizin artmasına sebep olundu.
Bunun yaşanmasıyla beraber hükümet döviz kurunun düşürülmesi için bu defa “Kur Korumalı Mevduat” hesaplarını devreye alarak vatandaşın parasını dövizde değil de TL’de tutması özendirilmeye çalışıldı. Böylece döviz talebini baskılamaya çalıştı. Ama bu politika kuru baskılamaya yetmedi aksine kur garantisi nedeniyle bütçe üzerinde ilave yük oluşmasına sebep oldu.
Döviz kurunun yükselmesiyle oluşan kur farkının devlet tarafından karşılanacağı taahhüt edildiği için bankaların aracılık faaliyetlerinden kaynaklanan döviz kuru riskinden kurtulmaları sağlanmış oldu. Kur riski nedeniyle oluşan parasal yük ve maliyet ise bankaların üzerinden alınarak devlete yükletilmiş oldu. Kredi Garanti Fonu (KGF) ile de daha önce kredi riski bankaların üzerinden alınarak devlete yani vatandaşa yüklenmişti.
Bu gelişmeler bankaların üstlendikleri risklerin ortadan kalkmasına, maliyetlerinin düşmesine ve dolayısıyla astronomik karlar elde etmelerine sebep oldu. Bunu fırsat bilen manipülatörler de Borsa İstanbul’da banka hisseleri üzerinden büyük bir manipülasyon işine girişip küçük yatırımcının zararına ve sermaye piyasasına olan güvenin azalmasına sebep oldular.
Pekiyi hükümet böyle bir politikaya neden girdi?
AKP hükümeti yıllarca uyguladığı “yüksek faiz düşük kur” politikası sayesinde yaratılan “sahte cenneti” korumak amacıyla üretimi teşvik ederek güçlü ekonomiye geçiş programı uygulamadı veya uygulamayı akıl edemedi.
Bunun yerine ekonomiyi alışkın olduğu yöntemle yani para politikalarıyla yani kısa vadeli taktik politikalarla yönetebileceğini zannetti ve anlaşılan o ki hala öyle zannediyor. Tüketilip yok edilen 128 milyar doları aşkın TCMB net rezervleri, sonra da eksi 60 milyar dolar seviyesine düşen TCMB net rezervleri sonucu oluşan toplam 180 milyar dolarlık net rezerv kaybı bu politikaların sonucudur. Yüksek enflasyon, yüksek cari açık, yüksek dış borç, yüksek işsizlik ise bu politikaların diğer önemli sonuçlarıdır.
AKP hükümeti bir fiat para olan TL’nin değerini bu tür politikalarla koruyabileceğine ve enflasyonu bu yöntemlerle düşürebileceğine hala inanıyor mu? Bilemiyorum. Ama bu politikalardan bir geri adım attığı da yok.
Diğer tüm fiat para birimleri gibi TL’nin değeri de ülkenin ekonomik, siyasi ve askeri gücünden türemektedir. Bunlar güçlenmediği sürece TL güçlenmeyecek, yerel kaynaklara dayalı üretim artmayacak; işsizlik, enflasyon, cari açık ve döviz kurları kalıcı olarak düşmeyecektir.
Son olarak fiat para öncesi faiz kavramına bakalım. Fiat para ilk olarak 11. Yüzyılda Çinliler tarafından kullanılmış olsa da esas olarak fiat paralar Bretton Woods Altın Para Sisteminin 1973 yılındaki çöküşünden sonra ekonomilerde tamamen baskın hale gelmeye başlamışlardır.
Fiat paralar öncesi mevcut paraların tamamı ya altın ya da gümüş gibi kıymetli madenlerden oluşuyordu. Dolayısıyla o zamanlar bu tür paraları borç aldığınızda günümüzdeki manada bir parayı borç almıyordunuz. Fiili olarak altın ya da gümüş yani emtia borçlanıyordunuz.
Yani 100 altın borç aldığınızda vade sonunda mesela 101 altın ödediğinizde 100 altın için 1 altın faiz ödemiş oluyordunuz. Aynı şekilde 1000 koyun borç verip vade sonunda 1200 koyun almak da gene o zamanlarda mümkün olabilmekteydi. Yani fiat para öncesi zamanlarda sermaye kıymetli maden olarak veya emtia olarak borç alınıp faizi de yine kıymetli maden veya emtia olarak ödeniyordu.
Günümüzde ise fiat para borç aldığınızda bu borç herhangi bir kıymetli madene endeksli olmamakta ve vade sonunda da yine fiat parayı anlaştığınız faiziyle geri ödüyorsunuz. Yani fiat para sistemi öncesinde ödenen faiz kıymetli maden veya emtia şeklindeyken fiat para sisteminde alınan borç ve ödenen faiz tamamen fiat para şeklinde olmaktadır. Dolayısıyla borç alınan fiat para mesela altına karşı veya mesela buğdaya karşı değer yitirmiş ve borç veren gerçek anlamda zarar etmiş olabilmektedir. Elbette tersi de söz konusu olabilmektedir.
Fiat para öncesi zamanlardaysa borç verenin böyle bir zararı söz konusu olmamaktaydı. Yani hangi emtiayı borç veriyorsa vade sonunda alacağını faiziyle aynı emtia şeklinde alıyordu. Dolayısıyla o zamanlar alınan faiz ile günümüz işlemlerinde alınan faiz mana bakımından aynı faiz kavramına işaret etmemektedir. Dolayısıyla o zamanlar haram kılınan faizin bugün fiat para için işleme konu olan faiz ile esas olarak bir ilgisi yoktur.
Hal böyleyleyken günümüzde fiat para öncesi dönemdeki kavramlarla günümüz fiat paranın değerinin oluşmasına kısa vadeli de olsa katkı sağlayan faizin haram olduğu savını ileri sürerek kısa vadeli faizi indirip (döviz kuru farkı oluşturarak gerçekte faizi artırıp) ülkenin yerel fiat parasının değerini düşürmek doğru bir iktisadi hamle değildir.
Buna ek olarak Kur Korumalı Mevduat politikasıyla da parası olanların bankadan alacakları faizi kur farkı şeklinde devlete ödetmek de yanlış bir politikadır. İkisini beraber uygulamak ise ülkede gelir dağılımını derin şekilde bozmaktan başka işe yaramamaktadır.
Bu politikalarla yerel paranın yani TL’nin değeri düşürülerek enflasyonun yükselmesine sebep olunmaktadır. Kur Korumalı Mevduat politikasıyla da parası olanlara bankaların ödemesi gereken mevduat faizinin kur farkı kaynaklı büyük bir kısmı da devlete yani vatandaşa yüklenmektedir. Böylece halk bir taraftan yüksek enflasyon nedeniyle yoksullaşırken, diğer taraftan da Kur Korumalı Mevduat politikasıyla kısıtlı miktardaki parası da Kur Korumalı Mevduat sahiplerine transfer edilmektedir.
Faizi düşürüyorum deyip kur farkı yoluyla faizi yükseltmek ve zengin/fakir bütün vatandaşlardan toplanan kamu kaynaklarını bu para politikalarıyla zengine servet şeklinde transfer etmek sürdürülebilir bir ekonomi politikası değildir. Birileri için bir yaratılmış olan bu saadet zinciri er ya da geç sert bir şekilde kopacaktır.
Son söz kısa vadeli taktik para politikalarıyla uzun vadeli ekonomik kalkınma hedeflerine ulaşmak imkansızdır.
11 Ekim 2022
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı