Prof. Mehmet Hasan Eken
Ekonominin Dış Şoklara Karşı Kırılgan Hale Gelme Nedenleri
Gelişmişlik düzeyi, ekonomik yapısının sağlamlığı, parasının rezerv para olup olmamasına bakılmaksızın bütün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dış şoklara maruz…
Gelişmişlik düzeyi, ekonomik yapısının sağlamlığı, parasının rezerv para olup olmamasına bakılmaksızın bütün gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler dış şoklara maruz kalırlar. Ancak ülkelerin bu dış şoklardan etkilenme düzeyleri sosyoekonomik yapılarına bağlı olarak farklılıklar gösterebilmektedir.
Petrol, döviz, FED faizi vs. faktörlerde meydana gelen fiyat artış ya da azalışları şeklinde tanımlanabilen dış şoklar çoğu zaman ülkeleri hazırlıksız yakalamaktadır. Bunların fiyatları ya da oranları yükseldiğinde ya da düştüğünde ülke ekonomileri bundan zarar da görebilir, yarar da sağlayabilir.
Günümüzde yaşanan dış şoklar enerji, gıda, su ve savaş kaynaklıdır ki savaşlar da çoğunlukla ilk üç nedenden ötürü ortaya çıkmaktadır. Üretim ve lojistiğin her noktasında petrole duyulan ihtiyaç nedeniyle petrol fiyat yükselişleri bütün ülkelerde enflasyona yani hayat pahalılığına neden olabilen en önemli dış şok olarak düşünülmektedir.
Bütün ülkeler için dış şoklar aynı olmakla beraber ülkelerin kırılganlıkları ise farklıdır. Ülkelerin dış şoklardan etkilenmelerini aşağıdaki formül ile göstermek mümkündür.
Dış Şokun Ülke Üzerindeki Etkisi = Dış Şok X Ülkenin Kırılganlık Düzeyi
Formülden görülebileceği gibi Dış Şok tamamen dışsal olup ülkelerin kontrolü dışında gerçekleşmekte yani ülkelerin bu şoklar üzerinde bir etki ve kontrol gücü bulunmamaktadır. Öte yandan ülkelerin sosyoekonomik yapıları, bütçe ve cari dengeleri kendi politikalarına göre belirlendiğinden genel olarak her ülke kendi kırılganlık düzeyi üzerinde büyük etkiye sahiptir.
Dış şoku ölçmek kolaydır. Mesela Nisan 2020’de 26 dolar olan petrolün varil fiyatının Haziran 2022’de 110 dolara çıkmış olmasını yani 4.2 kat arttığını bir dış şok olarak kolayca ölçebiliriz.
Öte yandan kırılganlık ise içseldir, yani ülkeye özeldir. Diğer bir deyişle kırılganlık bir bakıma ülkelerin ve onları yöneten hükümetlerin kontrolündedir. Uygulanan siyasi, iktisadi ve sosyokültürel politikalar ülkelerin iktisadi ve mali yapılarını oluşturur ve bu da dış şoklara olan kırılganlık düzeylerini belirler.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, çoğunlukla cari açık ve bunun sonucunda da devalüasyon ya da döviz kuru artışı kaynaklı, yani yapısal bozukluklar nedeniyle daha yüksek olan kırılganlıkları dolayısıyla gelişmiş ülkelere göre emtia fiyat artışları kaynaklı dış şoklara daha fazla ve daha sert bir şekilde maruz kalmaktadırlar.
Türkiye’yi ele alıp ülkenin kırılganlık düzeyinin siyasi sebeplerine bakacak olursak ilk etapta akla aşağıdaki hususlar gelebilecektir.
- Uzun süre iktidarda kalmanın yol açtığı güç zehirlenmesi ve sorunları algılayamama ya da kabul etmeme sorunu,
- Belli bir siyasi görüş ya da partiye mensup kişilerin devlet kadrolarına liyakata bakılmadan atanmaları,
- İktidarın büyük ölçüde belli bir siyasi hedef doğrultusunda kararlar alması,
- Oluşturulan yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde kararların tek merkezde alınması ve devlet işleyişinin hantal hale getirilmiş olması.
İktisadi sebeplere baktığımızda da aşağıdaki sebepler akla gelebilecektir:
- Devlet bütçesinin sürekli açık veriyor olması,
- Cari işlemler dengesinin sürekli açık veriyor olması,
- 20 senedir uygulanan hatalı politikalarla üretim ve ihracatın ithalata bağımlı hale getirilmiş olması,
- Özelleştirmelerle devlete ait Fabrikalar, enerji dağıtım şirketleri, tekeller, çiftliklerin satılarak devletin ekonomideki payının küçültülmüş olması ve hatalı özelleştirme uygulamalarıyla satılan bu tesislerin üretim, istihdam, fiyatlama mekanizmasından çıkarılmış olması,
- Devlet bütçesi açıklarının devlete ait tarla, arazi ve arsaların satış gelirleriyle kapatılmaya çalışılması,
- Tüketim üzerinde aşırı dolaylı vergiler konulmuş olması,
- Çalışan nüfusun %45-%50’sinin asgari ücretle çalışır hale getirilmiş olması,
- Belli bir kesime yap-işlet-devret ya da kamu-özel sektör-işbirliği şeklinde kapitülasyonlar verilmiş olması ve bu kapitülasyonlara ilişkin garantilerin döviz cinsinden verilmiş olması,
- Bu kapitülasyonlar için verilen garantiler yüzünden devletin gelecekteki bütçeleri üzerinde de önemli bir borç yükü oluşmuş olması,
- Hatalı para politikalarıyla
- Merkez bankasının rezervlerinin negatife döndürülmüş olması
- Merkez bankasının yedek akçelerinin bitirilmiş olması
- Negatif reel faiz ile TL mevduat sahiplerine bedel ödetilmesi
- Türkiye Varlık Fonunun uluslararası standartlara göre kurulmamış olması,
- Negatif reel faiz ödenerek piyasada dolarlaşmanın teşvik edilmesi ve döviz kurunun yükseltilmesi.
- Ülkenin döviz cinsi borçlarının 600 milyar doları aşmış olması,
Elbette Türkiye’nin dış şoklara olan kırılganlığının sebepleri bunlarla sınırlı değil. Eğitim, enerji politikaları, sosyokültürel kaynaklı pek çok faktör sıralanabilecektir. Bütün bu faktörlerin ortadan kaldırılması ya da yönetilerek bertaraf edilmesi Türkiye’nin dış şoklara olan kırılganlığını önemli ölçüde azaltacaktır.
Kırılganlığı azaltmak kimin sorumluluğunda? Sorumlu elbette ülkeyi yöneten siyasi otorite, yani hükümet, yani iktidardır. Diğer bir deyişle maruz kalınan dış şokları yönetmek ve ülkeyi dış şoklardan korumak tamamen hükümetlerin sorumluluğunda ve onların becerisine kalmış bir durumdur. Ortada bir başarı ya da başarısızlık varsa bu tamamen ülkeyi yöneten iktidarın başarısı ya da başarısızlığıdır. Ancak başarısızlığın faturası her zaman sade vatandaşa kesilerek halka ağır bedeller ödetilmektedir.
Türkiye 1950 sonrası girdiği ekonomik krizlerin tamamından çıkmayı hep IMF reçeteleriyle başarmıştır. Bu krizlerden çıkış için klasik IMF reçetesi uygulayan dönemin hükümetleri kur ve faiz ile oynayarak ve çoğunlukla yüksek reel faiz ödeyerek krizden çıkmayı başarmıştır. Bu başarının verdiği güvenle aynı reçeteleri gereğinden uzun uygulamada tutan hükümetler ekonomide kalıcı bir çözüme ulaşamamışlar. Dolayısıyla bu çözümler sürdürülebilir olamamış ve Türkiye’nin sonraki yapısal kaynaklı krizlere ve dış şoklara karşı olan kırılganlığını yükseltmiştir. Diğer bir deyişle ülkeyi krizden çıkarmayı başaran bütün hükümetler kalıcı çözümlere yönelmeyip, siyaseten işin kolayına kaçarak halk ve ülke için yıkım olan uzun süre yüksek reel faiz ödeme yoluyla bir sonraki krizin tohumunu yeşertmiştir.
Mesela 2000-2001 krizinden çıkış için dönemin ekonomi bakanı Dr. Kemal Derviş (Kemal Derviş 1973-1976 yıllarında Başbakan Bülent Ecevit’in ekonomi danışmanıydı) tarafından IMF destekli olarak hazırlanan ekonomi programı Krizden Çıkış Programı ve Güçlü Ekonomiyi İnşa Programı olmak üzere iki aşamalı olarak hazırlanmış ve uygulanması planlanmıştır. Esas olarak “Yüksek Faiz Düşük Kur Politikası” olarak tanımlanabilecek Krizden Çıkış Programı 2002-2005 döneminde 3 yıl süreyle uygulanacak, sonrasında da Güçlü Ekonomiyi İnşa Programına geçilecekti.
Ancak 2002’de iş başına gelen AKP Krizden Çıkış Programını masada buldu. Programın saat gibi işlediğini gören AKP hükümeti 2005’te süresi dolan programı ve IMF desteğini 2008’e kadar uzattı. Program kapsamında dolar bazında ödenen ve bir ara %50’yi bulan fahiş getiri (faiz) nedeniyle ülkeye akan yabancı para ülkede sahte bir cennet yaratmıştı. Bu sahte cennetin sağladığı yalancı refah sayesinde iktidarını sürdürebileceğini gören AKP bu programı IMF desteğinin bittiği 2008 sonrası da uygulayarak yüksek faiz düşük kur politikasına 2018 yılına kadar devam etti.
Türkiye’nin kaynaklarının israfına ve yabancılara fahiş servet transferine sebep olan ve bu nedenle sürdürülmesi imkansız olan bu programın yarattığı hasarlar nedeniyle ülkenin dış şoklara olan kırılganlığı günümüzde astronomik seviyelere yükselmiştir.
Bugün Türkiye’de yaşanan krizin temelinde bu yüksek faiz düşük kur politikasının planlandığı gibi sadece 3 sene değil 16 sene uygulanmış olmasıdır. Şimdilerde uygulanan düşük faiz yüksek kur politikası ise ülkenin ve vatandaşın kalan kaynaklarını da heba etmekte ve dolarlaşmaya ve ülke varlıklarının yabancılara transfer edilmesine sebep olmaktadır.
Oysa AKP hükümeti 2005 yılında yüksek faiz düşük kur politikasına son vererek Kemal Derviş tarafından planlanmış olduğu gibi üretimi destekleyici bir ekonomi programını devreye alsaydı günümüzde Türkiye dış şoklara oldukça dayanıklı bir ülke konumunda olacaktı. Öte yandan AKP 2005 yılında ekonomide böyle bir eksen değişikliğine gitseydi belki de seçimleri kazanamayıp hükümetten düşebilirdi. Zira üretim odaklı güçlü ekonomiyi inşa programı AKP’ye kamu kaynağını istediği gibi harcamasına izin vermez oluşan sahte cennetin de sona ermesine neden olacaktı. Diğer bir deyişle bu politikalarıyla AKP kendi seçim başarısını ülke yararının üzerinde tutmuştur.
Bu çerçevede, önümüzdeki seçim sonrası iktidara gelecek yeni bir hükümet klasik krizden çıkış reçetesini uygulayarak kolaylıkla Türkiye’yi krizden çıkarabilecektir. Ancak sonrasında güçlü ekonomiyi inşa sürecini başlatmazsa Türkiye yıllardır içinde bulunduğu bu kısır döngüden yine çıkamayacaktır.
Ne yapmalı?
Türkiye’nin krizlere ve dış şoklara dayanıklılığını artırmanın yegane yolu “yerel kaynaklara dayalı üretimi” önceleyen güçlü ekonomiye geçmeyi başarmaktan geçer. En büyük yerel kaynağımız insan kaynağıdır. Yetişmiş insan kaynağımızla yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı kullanarak katma değeri yüksek ürünler üretmemiz ülkemiz için ekonomik krizden kalıcı olarak çıkış yolu olacaktır. 1923 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin çıkış bildirisinde ortaya konulan buna benzer bir program o zamanki kıt kaynaklara rağmen başarıyla uygulanmıştı. Bugünkü kaynaklarımızı düşündüğümüzde böyle bir programı uygulamak çok kolay olmasının yanı sıra ülke kalkınmasını sağlayacak ve halkın refah düzeyini hızla yükseltecektir.
Gerçekçi olursak göreceli üstünlüğümüzün tarım sektöründe olduğunu kabul etmemiz gerekir. Türkiye, çok kısa zamanda sonuç alabileceği tarım sektöründe başlangıçta yani kısa vadede yoğunlaşarak kendisini tarımda ihtisaslaştırabilir. Bu ihtisaslaşmayla beraber tarım ve tarıma dayalı endüstrilerin entegrasyonuyla tarım ürünlerinin katma değeri rahatça birkaç katına çıkarılabilecektir. Bunu yaparak sadece kendisine değil diğer ülkelere de yetecek kadar katma değeri yüksek tarım ürünü üreten bir Türkiye sadece dış şoklara karşı bağışıklık kazanmakla kalmayacak aynı zamanda kalkınmasını da sağlam bir temele oturtmuş olacaktır. Bu sayede orta gelir tuzağından rahatlıkla çıkabilecektir.
Eş zamanlı olarak da uzun vadeli bir stratejiyle yüksek teknoloji ürünlerini geliştirme ve üretme yatırımlarını yapar ve katma değeri yüksek teknolojik ürünler üretirse Türkiye gelişmiş ve kalkınmış ülkeler arasında yerini alabilecektir. Temiz doğa, temiz gıda, temiz su, temiz hava ve kaliteli yaşam ise bu programın diğer çıktıları olacaktır.
Bu kapsamda uygulanacak bütün makroekonomik politikalar “yerel kaynaklara dayalı üretim ekonomisi modelini” desteklemeli ve bunu odak noktasına koymalıdır.
Ancak önemli bir sorun var. O da iktidarda olan hükümetlerin miyopik bir bakış açısıyla ve pragmatik bir şekilde kendi siyasi başarılarını ve menfaatlerini ülkenin menfaatlerinin üzerinde tutmaları riskidir. Yani kendilerine seçim kazandırabilecek ekonomi politikalarını ülkenin kalkınmasını sağlayacak ekonomi politikalarına tercih etmeleri riskidir. Bütün gelişmekte olan ülkelerde bu risk vardır. Türkiye’de de bu risk 1923-1950 dönemi dışında hep var olmuştur. Bu sorunu çözmek ve riski bertaraf etmek kolay değil.
Ancak, Türkiye’nin kalkınmasını sağlayacak ekonomi politikaları bir tür milli mutabakatla siyaset-üstü bir zemine oturtulabilir, hatta anayasal güvenceye kavuşturulabilir. Zor da olsa denenebilir. 03 Temmuz 2022
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı