Cüneyt Akman yazdı: MUTABAKAT BELGESİ: NE VAR NE YOK?
1 Mart 202228 Şubat günü (denile geldiği üzere) “postmodern darbe”nin 25. Yılında 6 muhalefet lideri, önceden duyurulduğu gibi Ankara’da toplandı ve “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adlı 48 sayfalık bir metne imza attı.
Her ne kadar toplantı bir miktar Ukrayna savaşı haberlerinin gölgesinde kaldıysa da, özellikle muhalif medyada yeterince yer aldı.
Önce şunu söyleyeyim: Birbirinden, hele de tabanları, hayli farklı görüşlere sahip altı partinin bir araya gelip kapsamlı bir hukuk ve siyaset reformu projesinde uzlaşmaları ülke için kendi başına kazançtır.
Açıklanan metne gelince… Gerçekten de Türkiye’yi içinde bulunduğu, artık otoriter bile diyemeyeceğimiz, gitgide totaliterleşen siyasi sistemden çıkarmak için tasarlanmış kapsamlı bir belge. Uygulama şansı bulur ve toplum da buna uyum göstermeyi başarabilirse Türkiye’yi çağdaş demokrasiler seviyesinin en üst basamaklarına yerleştirecek bir program gibi görünüyor.
Bu belge ile muhalefet, nihayet “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem deyip duruyorsunuz, nedir bu GPS; yenir mi, yenmez mi?” türünden eleştirilere cevap vermiş oldu.
BİR İLKELER BÜTÜNÜ OLARAK DOYURUCU AMA…
Belge beklenebileceği gibi, daha çok bir ilkeler bütünü; somut kimi öneriler içinde yer alıyorsa da bu halleriyle yeterli oldukları söylenemez.
Belgedeki basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, Meclis’in yetki ve itibarının geri alınması hakkında oldukça doyurucu öneriler var. Somutlaştırılmamış olsa da Yüksek Seçim Kurulu’nun yapısı üzerinden seçim güvenliğine dolaylı olarak değinilmiş. (Ne de olsa bazı seçimlerde, seçim güvenliğini bizzat YSK’nın kararları zedelemişti.) Seçim sistemi üzerine de bir şeyler söylenmiş: Nispî sistem uygulanması savunulmuş. Fakat çok geniş bir kavram olan bu sistemin pratikte nasıl olacağı belgede tartışılmamış. Seçim barajı olarak % 3 önerilmiş ve partilere Hazine yardımında daha eşitlikçi ve küçük partileri de kollayan bir formül getirilmiş. Siyasi partiler yasasında değişiklik yapılacağı belirtilmiş ama tam olarak ne şekilde o da henüz belli değil. Buna karşılık siyasi partilerin finansmanına şeffaflığa yönelik kimi somut öneriler mevcut.
Aynı şekilde yolsuzluk ve rüşvet gibi konularda Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu’nun (GRECO) tavsiye kararlarıyla tam uyumlu davranılacağı belirtilmiş.
CİNSİYET EŞİTLİĞİ VAR, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YOK
Cinsiyet eşitliği ve her türlü ayrımcılığa karşı net bir tutum gösterilmiş ama İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönüleceği sözleşmenin adı verilerek ifade edilmemiş. Herhalde Saadet Partisi’ne verilen bir taviz olsa gerek.
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ VAR, İŞÇİ, SENDİKA, GREV YOK
Aynı şekilde “Düşünce ve İfade, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü ile Örgütlenme Özgürlükleri” özel bir bölümün başlığı olarak ele alınmış. Buradaki kritik cümle şöyle:
“Düşünce ve ifade, toplantı ve gösteri yürüyüşü ile örgütlenme özgürlüklerinin kullanımını engelleyen ya da ölçüsüz şekilde sınırlandıran mevzuat yeniden düzenlenecek, demokratik toplumun gereklerine uygun olarak bu özgürlüklerin üzerindeki her türlü baskıya son verilecektir.”
Yine genel bir ifade… Bir anayasa metni olsa hiç de fena değil ama işçi eylemlerinin yükseldiği şu günlerde 48 sayfanın içinde ne sendika, ne grev ne de hâttâ işçi kelimesi bir kez bile geçmiyor. Kürt kelimesinin ya da azınlık kelimesinin geçmediği gibi…
“1921 ANAYASASI İYİYDİ SONRASI KÖTÜ” TEZİ
Bir cins anayasa projeksiyonu sayılabilecek bu metinde geçmiş anayasalara atıf yapılması gayet normal. O anayasalar acaba nasıl ele alınmış?
1921 Anayasası olumlu bir şekilde ifade olunmuş: “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.”
1921 Anayasası –ki vilayet sistemi taksimatı ve “umumi müfettişlik” maddelerini çıkaracak olsanız cem’an 9 madde olan bu belgenin aslında ne kadar anayasa sayılabileceği bile tartışmalıdır- ele alınacak olursa hatırlatalım ki 4. Maddesi “(devletin) dini İslam’dır” der. Nasıl bir kapsayıcılık bu?
Neyse ki elimizdeki belgede laikliğe mevcut anayasadaki gibi (bir kereliğine de olsa) hem de ayrı bir başlık altında (Din ve Vicdan Özgürlüğü) yer verilmiş: “Din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan demokratik laik hukuk devleti çoğulcu toplum düzeninin temelidir.”
Bu iyi; çünkü imzacıların özellikle Saadet, Gelecek ve Deva partilerine yakın entelejensiyanın en azından belli kesimlerinde “laiklik” kelimesine alerji duyulduğu ve mecburen ona atıf yapılması gerektiğinde genellikle “seküler” kavramının tercih edildiği malum.
Demek artık laiklik kelimesi daha rahat kullanılabilecek.
Yine de hemen arkadan gelen cümlenin genelliği o kesimin kaygılarını gidermek için mi acaba?
“Herkesin inancına, kanaatine ve yaşam tarzına saygı duyulduğu, kişilerin din, inanç ve yaşam tarzı fark etmeksizin özgürce yaşadığı, herkesin kendi kimliğiyle ve kendisi olarak eşit şekilde toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katıldığı bir sistem”
Son derece ustaca kaleme alınmış bu ifade evet laiklik uygulamalarının birçok biçimini kapsıyor ama o kadar kapsayıcı ki, pekala mesela eskiden Saadet ve Ak Parti çevrelerinden dile getirilen “çok hukukluluk” önerilerini de kapsıyor.
Belge ardından 1961 ve 82 anayasalarına değiniyor. 61 Anayasası hakkında olumlu sayılabilecek tek şey şu yarım ifade: “…birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da…” Ardından iki paragraf boyunca 61 Anayasası’nın “vesayet”çiliğine reddiye geliyor.
Belgenin TBMM yetkileri ve yargı ile yüksek yargı hakkındaki düzenlemeleri gerçekten mükemmele yakın.
Hele bile isteye yahut hukuki yetersizliğinden AİHM kararlarına aykırı hükümler vererek ülkeyi tazminata mahkum ettiren yargıçların o tazminatları ceplerinden ödemesi hakkındaki öneri fevkaladenin fevkinde…
CUMHURBAŞKANLIĞI VE 2. CUMHURİYET TEHLİKESİ
Meclis seçimlerinin 5 yıl, cumhurbaşkanı seçimlerinin 7 yılda bir yapılması (cumhurbaşkanlığını halk mı parlamento mu seçecek konusu ortada bırakılmış) ve cumhurbaşkanının sadece bir kez seçilebilir olması hükmü getirilmiş. Birinin 5 diğerinin 7 yılda bir seçilmesi iki seçimin aynı anda yapılmasının halen yaşadığımız mahsurlarını en azından ilk seçim sonrası engelleyeceğinden olumlu bir hüküm. Fakat 7 yıl iktidarda kalacak bir cumhurbaşkanı hele bir de halk tarafından seçilirse ne olur?
Muhtemelen Fransa’da 1848 Anayasası ile kurulan 2. Cumhuriyet’e olan olur. “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” demiş Nasreddin Hoca…
Haksızlık etmeyelim, mevcut metnin en çok iştigal ettiği konu cumhurbaşkanının yetkilerini kırpmak olmuş; böylece cumhurbaşkanlığı, o beğenilmeyen 61 Anayasası’ndaki sembolik konumuna geri yerleştirilmiş. Fakat halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı, hele de 7 sene orada duracak ise seçildiğinin hemen ertesinde Meclis’le yetki yarışına gireceği ve değişen Meclis içi parti rekabetleri sonucu şüphesiz parlamentoda da müttefikler bulabileceği için, o satırlar kağıtta durduğu gibi durmayabilir.
YEREL YÖNETİMDE KAYYUMA SON!
Belgede yerel yönetimlere de ayrı bir önem verilmiş. Yerel yönetimlerin “yetki ve sorumluluklarının” arttırılacağı belirtilmiş. Ayrıca merkezin yerel yönetim üzerindeki baskısının ortadan kaldırılacağı “dengeli” bir dille ifade edilmiş: “Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki idari denetiminin sınırları açıkça belirlenecek ve yerindelik denetimi anlamına gelen vesayet uygulamalarına son verilerek yeni bir merkez-yerel dengesi kurulacaktır.”
Aynı bölümde belediyelere merkezî bütçeden daha fazla gelir sağlanacağı vurgulanmış.
Daha da önemlisi yine kalın harflerle vurgulanmış şu ifade: “Seçimle gelenin seçimle gitmesi güvence altına alınacak, yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkını yok sayan kayyum uygulamalarına son verilecektir.”
MÜLAKATA SON, GİBİ…
Mutabakat belgesinde kamu yönetimi hususunda milyonlarca vatandaşı doğrudan ilgilendiren belki de en önemli konu kamuya personel alımı ilkeleri. Burada açıkça “mülakat” sisteminin kaldırılacağı söyleniyor. Ama “sadece yazılı sınav yeterli mi, tamam kötüye kullanılması önlensin ama hiç mülakatsız nasıl olacak?” diyebilecekler için şu “ayrıntı”yı da ilave edelim:
“Mülakat uygulamalarına son verilecek, yazılı sınav sonuçları esas alınacaktır. Yazılı sınavda en yüksek puan alandan başlamak üzere personel alımı yapılacaktır. Yapılacak işin niteliği gereği sözlü mülakat yapılması zorunlu haller istisnai olarak kanunla düzenlenecektir. Bu sözlü sınavlarda adaylara yöneltilecek sorular kura usulüyle belirlenecek, sözlü sınav ve mülakatlar kayda alınacaktır. İdarenin her işleminin yargıya tabi olması ilkesi gereğince, ilgilinin sınava karşı yasal yollara müracaatı halinde bu kayıtlar yargı organı tarafından dikkate alınacaktır.”
“DÖRDÜNCÜ KUVVET”E CAN SUYU
Şüphesiz Mutabakat Metni’nde hele bizim gibi gazeteciler için en önemli kısımlardan biri Basın Özgürlüğü bölümü.
Özetleyecek olursak:
+ TRT ve Anadolu Ajansı bağımsızlık ve tarafsızlık esasına göre yeniden yapılandırılacak
+Medyada tekelleşme ve kartelleşmeyi önleyecek tedbirler alınacak
+Keyfi akreditasyon uygulamalarına son verilecek
+ Basın İlan Kurumu ve RTÜK bağımsız ve tarafsız olacak şekilde idari ve mali olarak yeniden yapılandırılacak
+ Basın kartlarının verilmesinde ve mesleğe kabulde meslek kuruluşları belirleyici olacak.
Bu ilkeler için sonuncu hariç söylenecek bir şey yok. Basın kartlarının verilmesinde ve “mesleğe kabulde” meslek kuruluşlarının (gazeteciler cemiyetleri ve sendikalar kast ediliyor herhalde) belirleyici olması elbette şimdiki sisteme göre iyi ama eğer medya tekelleşmesi ve kartelleşmesi önlenemezse (ki söylemesi kolay yapması çok zor) o takdirde bu cemiyetler pekala çoğu kere olduğu gibi medya tekellerinin kontrolü altında olacak. Bu durum devletin denetimi mi tekellerin denetimi mi, kırk katır mı, kırk satır mı benzeri bir ikileme yol açar. Belki bunun çözümü cemiyet yerine sendikaların yetkili kılınması ve her gazetecinin sendikaya veya cemiyete katılmasının da zorunlu tutulması. Yahut da cemiyetlerin yetkileri bazı bakımlardan kuvvetlendirilirken bazı bakımlardan denetimlerinin kamu tarafından çok dikkatli yapılması…
HEDEFLENEN “YARININ TÜRKİYESİ” AMA…
Fakat tam bu noktada mutabakat metnine ciddi bir eleştiri şart!
Bu satırları bir internet haber mecrasında okuyorsunuz. Yani internet gazeteciliğinden… Bugün çoğu haberlere de insanlar internet haberciliğinden erişiyor. İnternet gazeteciliğinin erişim oranı yazılı basını her yerde çoktan geçti; TV yayıncılığını da birçok ülkede…
Buna rağmen ülkemizde internet gazetecilerine yasal olarak gazeteci muamelesi yapılmıyor. Haberini duyurmak isteyen kuruluşlar, devlet dâhil, internet gazetecilerine başvuruyorlar ama ne Basın Kanunu’nda ne 5953 Sayılı gazetecilerin haklarını düzenleyen kanunda internete ve internet gazetecilerine atıf yok. İnternet yayıncılığını düzenleyen 5651 sayılı kanun adından da anlaşıldığı gibi tam bir polis gözüyle yazılmış: İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi Ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun
Yahut da 2019’da internet gazeteciliğinin daha da kontrol altına alınması için konulmuş RTÜK denetimi getiren yönetmelik… Ne kanun ne yönetmelik İnternet sitelerine ve çalışanlarına hiçbir hak tanımıyor ama yükümlülükler gırla…
Yargı da geri kalmıyor, sitelerden haber kaldırma, hâttâ siteleri yayından kaldırma kararları gayet kolay alınıveriyor.
Düşünün ki basında çalışan gazeteciler çeşitli özlük haklarından yararlanırken internet gazetecileri yararlanamıyor ve kendilerine basın kartı bile verilmiyor.
İşte tüm bu haksızlıklar 48 sayfada tümüyle unutulmuş.
Aslında “Yarının Türkiyesi”ni hedefleyen muhalefetin bu ortak belgesinde internet kelimesi sadece bir kere geçiyor ve o da basın özgürlüğü bölümünde değil genel ifade özgürlüğü bölümünde. Yani mutabakat metnini düzenleyenler bile internet gazetecilerini gazeteciden saymamış ama belgelerini duyurmak için toplantılarına çağırmayı ihmal etmemişler.
Ne yaman çelişki değil mi?
İLKELER İYİ HOŞ DA “TENCERE” MESELESİ NE OLACAK?
Mutabakat metninde olmayan bir başka önemli konu ise ekonomik önlem ve ilkeler.
Altı parti 14 Şubat’ta yuvarlak masa etrafında biraraya geldiklerinde yaptıkları yazılı açıklamada da ekonominin keyfî değil liyakat esasıyla yönetileceğine yapılan bir atıf haricinde doğru dürüst bir şey açıklanmamıştı. O zaman bazı yorumcular bu tür ilkelerin 28 Şubat toplantısında açıklanabileceğini tahmin etmişlerdi. Ne var ki yine bir şey çıkmadı. Halbuki o ilk toplantıdan sonraki yazılı açıklamada şu ifadeler vardı:
“Ülkemiz, Cumhuriyet tarihinin en derin siyasi ve ekonomik krizlerinden birini yaşamaktadır. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlar her geçen gün artarak etkisini ağır bir biçimde göstermektedir. Bu krizin en önemli sebebi kuşkusuz, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında uygulanan keyfi ve kural tanımaz yönetimdir. (…) ayrıca bu toplantıda güncel ekonomik ve sosyal gelişmeleri değerlendirdik ve seçimlerden sonra uygulanmaya başlanacak politikalar konusunda ortak çalışma yapılabilecek alanlara ilişkin görüş alışverişinde bulunduk. Hedefimiz milletimizin rahat bir nefes almasını sağlamak ve refah düzeyini, kapsayıcı bir anlayışla ivedilikle yükseltmektir.”
Bu ifadeler muhalefetin ekonomik bunalımla ilgili çözüm yollarının ne denli mühim bir konu olduğunun elbette farkında olduğunu bir kere daha gösteriyor ama ortada hâlâ başka bir ipucu yok. Diyelim altı ay sonra –olmaz a- bir erken seçim kararı alınmış olsa, bu ittifak bu hızla ne zaman o krizden çıkış ve refahı yükseltme programını cidden oluşturacak, ne zaman onu halka inandırıcı bir şekilde anlatabilecek?
Doğrusu bu rahatlığı çok anladığımı söyleyemem.
Son mutabakat metninde ekonomi ile ilgili tek şey T. C. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı… Evvelki 14 Şubat metninde krize yol açan şeyin cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin getirdiği keyfi yönetim şekli olduğu söyleniyordu. Öyle bile olmuş olsa bundan ne hemen çıkış mümkün ne de hastalığa sokan unsuru ortadan kaldırmak tıpta bile hastalığın vaki olmuş arazlarını çoğu kere ortadan kaldırmaz.
Yani ekonomik bunalımı yaratan sebep ortadan kalksa bile bunalım kendiliğinden bitmez.
TCMB’nin bağımsızlığına gelince… “Liberal ekonomi”nin bu ilkesi ne mutlak olarak iyi bir şeydir (iyiliği zamana, mekana ve çok çeşitli uygulanış şekillerinden en uygununun seçilmesine bağlıdır) ne de tek başına mevcut ekonomik sorunları çözer. Tıpkı metinde ekonomi ile ilgili bir başka ifadedeki önerinin çözmeyeceği gibi: “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, para politikasının uygulanmasında tek karar merci olacaktır.”
Tekrar söyleyelim o zaman, TCMB’ye keyfi olarak birilerinin dışarıdan müdahalesi ve para politikasına herkesin bir el atması ekonomiyi gerçekten bozan bir şey ama konuyu “bağımsız” TCMB’ye bırakınca işlerin düzeleceğine dair ortada tek bir karine bile yok.
Dahası mutabakattaki güzel vaatlerin yerine gelmesi için öncelikle seçimde üstelik gayet etkili bir çoğunluk kazanılması gerekli. Aksi halde söylenenlerin hepsi temenni olarak kalacak. Öyle bir seçim zaferi için ise halkın, “ekmek ve tencere” meselesini muhalefetin çözeceğine inanması gerekiyor. Şu ana kadar anketçilere bakacak olursak Cumhur ittifakı yavaş da olsa kan kaybediyor ama Millet ittifakının yanakları hiç de aynı hızla al al olmuyor. Sebep tek değil elbette ama en önemli sebeplerden biri bana kalırsa muhalefetin ekonomik programındaki bu muallaklık.
Sadece muallaklık da değil sorun; olduğu kadarıyla görülenlerin de tamamen klasik liberal ekonomik yöntemlere işaret etmesi. Nadir zamanlar dışında bu tür bir klasik liberal program (ekonomik olarak etkin olup olmadığından bağımsız olarak) doğrusu halktan oy toplamak için en elverişli paketlerden bir değildir.
Şimdi duyulan şey altı partinin temsilcilerinin ekonomi konusunda çalışmakta olduğu… Yakında herhalde artık sonucunu göreceğiz; umarım ılımlı IMF programları benzeri bir şey karşımıza çıkmaz.
GEÇİŞ FORMÜLLERİ
Ve nihayet böyle bir ilkeler metninde talep edilmesi haksızlık sayılabilecek ama elzem bir konu yok metinde: Geçiş formülleri!
Diyelim ki cumhurbaşkanlığını misal %52 ile Millet İttifakı adayı kazanmış ama Meclis’te anayasayı değiştirecek bir çoğunluk elde edilememiş olsun. Bu durumda derhal referandum mu zorlanacak yoksa mevcut cumhurbaşkanlığı sistemiyle bir süre daha devam edilecek mi?
Eğer edilecekse o cumhurbaşkanı yetkilerinin çoğunu kullanmayarak rejimi fiiliyatta parlamenter sistem gibi mi çalıştırmaya gayret edecek yoksa tam tersine AKP’nin yaptığı mühim değişiklikleri geriye döndürmek için yetkisini tam hâttâ daha da kuvvetli mi kullanacak?
Kabul etmek gerekir ki geçiş durumunu kamuoyu önünde tartışmak şu anda çok gereksiz. Ama yine umalım ki olası senaryoları eğrisi doğrusuyla inceden inceye tartışıyorlardır.