Ekonomi
Ensar Yılmaz: Türkiye’nin enflasyon problemi nasıl çözülür?
Türkiye’de her geçen gün enflasyon ciddi bir probleme dönüşmektedir. Bu problemi çözmenin kendi içinde barındırdığı zorluklar bir yana geleneksel bir…
Türkiye’de her geçen gün enflasyon ciddi bir probleme dönüşmektedir. Bu problemi çözmenin kendi içinde barındırdığı zorluklar bir yana geleneksel bir takım araçların (politika faizi ve merkez bankası rezervlerinin) elinizden alınması ile çok daha zorlaştığı açık. Neredeyse kurt-koyun-saman üçlüsünü ikili hallerde kayıkla karşıya nasıl geçirebiliriz gibi bir bulmacaya dönüştü. İktisadi politikalar literatüründe, içinde politika faizi olmadan bu sorunu çözmenin başka bir örneği olduğunu zannetmiyorum. Sadece 1994 yılında Meksika krizinde faiz oranının gereği gibi kullanılmadığına dönük eleştiriler aklıma geliyor. Fakat Türkiye’de bu araçları er geç yeniden kullanacağımızı dikkate alarak “enflasyon sorunu”nu nasıl çözebiliriz sorusu önümüzde durmaktadır. Kamuoyundaki tartışmaların önemli bir kısmının daha çok enflasyon maliyetlerine odaklanması ve çözümlere dönük tartışmanın sınırlı kalmasından dolayı bu yazıyı kaleme aldım.
Daha önceki bir yazımda Türkiye’de enflasyonun büyük oranda bir kamu başarısızlığı olduğunu belirtmiştim. Ülkede enflasyon, dışsal faktörlerden ziyade, büyük oranda başarısız iktisadi politikaların bir sonucudur. Enflasyon düzeyi resmi olarak bile yüzde 55’lere yaklaşmış durumdadır. Bu oranla birlikte bize sürekli bir karşılaştırma tesellisi olan Arjantin’i de geçmiş olduk.
Dünya genelinde enflasyon, pandemi öncesine kadar (yaklaşık 30 yıldır) ve hatta pandemi boyunca da ciddi bir sorun olmadı. Fakat son dönemlerde hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ciddi bir soruna dönüşmüş durumdadır. Farklı ülkelerin farklı enflasyon dinamikleri olduğu gibi ortak global dinamikler de (enerji ve emtia fiyatları, lojistik problemler ve şimdilerde Ukrayna Savaşı’nın neden olduğu belirsizlikler gibi) söz konusudur. Türkiye’nin mevcut yüksek enflasyonunda da içsel ve dışsal faktörler söz konusudur. Fakat Türkiye’deki enflasyonun büyük oranda içsel nedenlerden kaynaklanan “arz yanlı” bir enflasyon olduğu açıktır. Bu sadece döviz kuru üzerinden gelen bir maliyet enflasyonu da değildir, içinde üretimin niteliğine ve düzeyine dair unsurları da barındıran daha kapsamlı bir durumdur (üretim potansiyelindeki nispi daralma ve teknolojik kapasitesinin gereği gibi iyileşmemesi).
ENFLASYONU DÜŞÜRME POLİTİKALARI
Enflasyonu er ve geç indirmek zorundayız. Asıl sorun, bunu nasıl indireceğimiz, dolayısıyla da toplumsal maliyetinin nasıl paylaşılacağıdır. Burada üzerinde yoğunlaşacağımız konular: Maliyetin zaman boyutu, maliyetin sosyal kompozisyonu ve bunun için kullanılacak iktisadi politik araçlardır.
Maliyetin zaman boyutu ile ifade etmek istediğim enflasyonun hızlı ve tedrici şekilde indirilmesinden kaynaklanan maliyetlerin niteliğidir. Hızlı ve şok terapi şeklinde olması durumunda maliyet yoğun fakat kısa süreli olacaktır, tedrici olması durumunda ise zamana yayılacağından uzun süreli fakat daha az yoğun bir maliyet söz konusu olacaktır. Yani kısa süre-yüksek maliyet veya uzun süre-düşük maliyet şeklinde sınıflandırabiliriz. Fakat bu her iki yaklaşım da maliyetin kompozisyonuna, yani sosyal dağılımına dönük bir şey söylemez. Kimler ne kadar ve ne süre ile bu maliyete katlanmak zorundadır? Dolayısıyla, uygulanacak politikaların, sosyal maliyet kompozisyonuna bakmak gerekir. Tabii, bunu gerçekleştirecek iktisadi politik araçlar kritik bir önem kazanır. Enflasyonu düşürmek için hangi iktisadi politik araçların kullanılacağı hem maliyetin zaman boyutunu hem de sosyal kompozisyonunu etkiler. Bu araçların seçimi ülkenin içinde bulunduğu iktisadi sorunlara ve eğilimlere de uygun olmalıdır.
Enflasyonu hızlı ve sert bir şekilde indirmek için kullanılan en önemli politika değişkeni faiz oranıdır. Fakat bu yöntemin ciddi anlamda işsizlik yarattığı ve dolayısıyla da sosyal maliyetinin yüksek olduğunu biliyoruz. Burada tek teselli maliyetin kısa süreceği ve ekonominin eski istikrarlı düzeyine kısa sürede geri döneceğidir. Fakat bu, enflasyon problemini büyük oranda makro istikrar problemi olarak gören, çözüm için sadece para politikası araçlarına odaklanan ve oluşan sosyal maliyetin kompozisyonunu ikincil öneme indirgeyen bir yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın tarihte örnekleri var, örneğin İsrail bunu 1980’lerin ortasında denedi. Enflasyonu yüzde 450 düzeyinden yaklaşık iki yılda yüzde 20’lere kadar indirdi fakat işsizlik oldukça yüksek düzeylere ulaştı. Bir takım telafi edici mekanizmalar devreye girse de maliyeti yüksek oldu.
Fakat özellikle bizim gibi ülkelerde, yani dolarizasyon düzeyi yüksek, kronik cari açık problemi olan, sermaye akımlarına sürekli maruz kalan ve adil olmayan bir gelir dağılımına sahip olan ülkelerde enflasyon bir kez ortaya çıktıktan sonra onu sadece faiz ve istikrar politikaları ile çözmek etkin olmadığı gibi, adil de değildir. Tedavi de hastalık kadar kötü olmamalıdır. Enflasyon, özellikle döviz kurundan kaynaklandığı için de buna uygun faiz politikası ve döviz kuruna dayalı istikrar politikası izlenir. Bu tür politikalar Meksika (1994), Arjantin (1990-2001), Rusya (1998), Brezilya (1999) ve Türkiye (2000-2001) gibi çok sayıda ülkede denendi. Uygulamalar detayda farklılık gösterse de, özünde döviz kurunun enflasyon altında değer kaybını sağlayarak enflasyon geçişkenliğinin azaltılması hedeflenir. Fakat enflasyonun geçmiş değerlerine takılıp direnç göstermesi (enflasyon ataleti), ülke parasının reel anlamda değer kazanmasına ve bu da cari açığın negatif etkilenmesine neden olmaktadır.
İstisnasız bu döviz kuru istikrar programlarının tamamı krizle son buldu. Başlangıçta enflasyon bir ölçüye kadar kontrol altına alınsa da zamanla enflasyon ataleti krizlerin kaynağına dönüştü. Bu programı yürüten çoğu ülkede gözlemlenen tehlikelerden biri “harcama kayması”dır. Bu, döviz kurunun değerlenmesi ile insanların harcamalarını yerli mallardan ithal mallarına kaydırmasıdır. Bu da ciddi büyüme problemi demektir. Örneğin, bu 1988-1993 periyodunda Meksika’da oldu, bu politikalar ülkenin hem ithalatını artırdı (cari açığın artması) hem de büyüme performansını çok vasat düzeyde tuttu. Enflasyon konusunda da genelde başlanılan yere geri dönüldü. Türkiye’de de 2000-2001 döneminde büyük oranda olan buydu.
İkinci yöntem daha tedrici bir şekilde enflasyonun sosyal maliyetini de zamana yayarak halletmektir. Bunun için de kullanılacak iktisadi araçlar daha fazla çeşitlilik gösterir. Ben de enflasyon sorununu daha yavaş bir şekilde (bu süreci tabii ki programın gücü ve inanılırlığı belirleyecektir) çözülmesi taraftarıyım. Bu aynı zamanda adım adım ilerlediğimizde yapılan hataları görmek ve yeniden revize etme imkânı da verir. Burada asıl mesele sadece enflasyon sorununu çözmek değil, sosyal maliyetleri dikkate alarak çözmektir. Bunu da olası faiz artışları ile birlikte ortaya çıkacak olası yüksek işsizliği düşünmeden çözemeyiz. Fakat yukarıda da ifade ettiğim gibi, şu an Türkiye’de enflasyon büyük oranda döviz kuru geçişkenliği, üretim daralması ve verimlilik problemleri ile ortaya çıkan arz yanlı bir problemdir. Çözümü de dolayısıyla talep yönlü bir enflasyondan daha güçtür. Bu yüzden, kısa, orta ve uzun dönem tedbirler gerekir. Bu anlamda, tedrici yöntemin literatürde anlaşıldığının aksine bir istikrar programını aşan bir tarafı da olmalıdır. Yani bir yanı ile enflasyonu sosyal maliyetleri dikkate alarak düşürmek fakat aynı zamanda fiyat davranışlarının uzun dönemde istikrar kazanmasına da imkân sağlamaktır. Bu hem mevcut kısa dönem makro politika başarısızlıklarını çözmeyi amaçlayan hem de uzun dönem üretim ve verimlilik konularını önemseyen bir yaklaşımı gerektirir.
Türkiye’deki enflasyonu düşürmenin araçlarından biri döviz kuru istikrar programıdır. Döviz kurundaki değişimin yönetilmesi, sadece enflasyon için değil, olası farklı kriz biçimlerinin oluşmasını engellemek açısından da önemlidir. Döviz kurundaki ani değişmeler ülkenin hem stok değerlerini (borç) hem de akım değerlerini (bütçe gelir ve harcamaları) ciddi anlamda bozar. Türkiye’de devletin bütçe dengesi şimdi istikrarlı görünse de döviz kurundaki ani sıçramalar bunu bozacak niteliktedir. Kamu borçlarının yaklaşık %60’ının döviz kuruna bağımlı olması ve hazine garantili ödemeleri de dikkate alınca sorunun ciddiyeti anlaşılır. Benzer şekilde, döviz kurundaki sıçramaların kur korumalı mevduat (KKM) üzerinden getireceği maliyetleri de düşününce mevcut durumun bir “bütçe krizi” potansiyeli taşıdığı fark edilir. Dahası, döviz kurundaki ani sıçramaların şirketlerin ve bankalarının bütçelerini de bozacağı ve ayrı kriz alanları açacağı çok açık.
Hükümetin yürürlüğe koyduğu KKM finansal ürünü, özünde döviz istikrar programı araçlarından biridir. Buna ilave diğer araçlar da söz konusu: döviz alımı kısıtları, yüksek döviz mevduat zorunlu karşılıklar, TL’den stopajın kaldırılması, döviz büfelerindeki alım kısıtları ve daha da önemlisi şirket ihracat dövizlerinin yüzde 25’ini merkez bankasına yatırma zorunluluğu gibi. Geleneksel olmayan KKM gibi bir finansal ürünün kullanılma gerekçesi politika faiz aracını kullanmamaktır. Böylece, yerli para tutmanın getirisi faizden ayrıştırılıyor ve hükümet katkısı devreye giriyor. Politika faiz oranı yükseltilmeden KKM ile döviz kurunun istikrarlı hale getirilmesi hedefleniyor. Bu şekilde, faizin yükselmesi ile oluşacak kredi daralmasının “politik maliyeti”nden kaçınmak amaçlanır. Bu yüzden, bir politika aracının çatışan iki ayrı sonucunu iki ayrı amaca uygun iki ayrı araçla giderme yoluna gidildi (yüksek büyüme için düşük faiz ve düşük enflasyon için istikrarlı döviz kuru). Bu aslında Meksika’da 1994 yılında “tesobono” denen kısa vadeli hazine tahvilleri uygulamasına benziyor. Dolara endeksli fakat ödemeler yerli para peso üzerinden gerçekleşiyordu. KKM’nin içerdiği olası riskleri bir önceki yazımda ifade etmiştim.
KKM döviz kurunu şimdilik belirli bir aralıkta tutsa da diğer döviz kuru istikrar programlarının içerdiği tehlikeyi fazlasıyla içermektedir. Bu da enflasyon dinamiğinin artık kontrolden çıkmasının getirdiği bir risktir. Belli bir banda sıkışan/sıkıştırılan döviz kuru reel anlamda değer kazanır ve bu cari açığı olumsuz etkiler. Zaten son aylarda dış ticaret açığının artması ile bunun işaretlerini görüyoruz. ÜFE artışları ihracatın dövizden kaynaklanan avantajlarını ortadan kaldırmaktadır. Bu da büyük oranda KKM’nin hantal bir program olmasından kaynaklanıyor. Çünkü KKM ile döviz kuru ve enflasyon arasında planlı bir ilişki kurmak, yani süreci yönetmek mümkün değildir. Hem döviz kuru dinamiği hem de enflasyon ciddi bir belirsizlik ve plansızlık içindedir. KKM üzerinden yapılan sadece döviz kurunun baskılanmasıdır oysa bunun cari açığa etkileri de dikkate alınmalıdır. Fakat enflasyon direnç gösterdikçe bunu gerçekleştirmek güçleşir. Oysa daha gerçekçi ve planlı bir döviz kuru istikrar politikası ile bu süreç daha iyi yönetilebilir.
Türkiye ekonomisinin en kritik sorunlarından biri sermaye akımları ve buna bağlı gelişen komplikasyonlardır. Sermaye girişleri, değerli yerli para, tüketimin ithalata kayması, artan borç ve aşırı ve eşitsiz büyüme gibi birçok sorunun kaynağıdır. Büyük oranda sonu krizle biten bir döngünün ateşleyicisi işlevi görür. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum değildir, kendi ulusal parası dışında ticaret yapan açık ekonomilerin tamamında görülen bir durumdur. Latin Amerika ülkeleri bu döngülerin sayısız örnekleri ile doludur. 1982 Şili krizi, 1994 Meksika krizi, 2002 Arjantin krizi veya 1998 Rusya krizi… Neredeyse tamamında sermaye akımları, neden olduğu cari açıklar, işsizlik ve biriken borç yükleri ile bu ülkeleri “kriz coğrafyası”na dönüştürmüştür.
Bu yüzden, herhangi bir kur istikrar programında sermaye akımlarına özenle odaklanılmalı ve döviz kurunun olası hızlı değerlenmesine ve cari açığın artmasına dikkat edilmelidir. Bunun için de bu akımları sınırlandıracak çok sayıda tedbir üzerinde düşünmek gerekir. Örneğin, bir dönem Meksika’da yapıldığı gibi, bankalara gelen kısa dönem sermayenin belirli bir oranını zorunlu karşılık olarak tutulması zorunluluğu getirilebilir. Veya bankaların dış borçlanması sınırlandırılabilir. Örneğin yükümlülüklerinin ancak belli bir oranında dış borçlanmalarına imkân verilebilir. Gerçi, Türkiye’nin yüksek dış borcunu döndürmenin zorunlu olduğu bir dönemde bu tür sermaye kısıtları bu aşamada sorun yaratabilir, fakat er geç bu tür tedbirler devreye girmelidir.
Enflasyonu hem mevcut eşitsiz gelir dağılımı içinde hem de neden olduğu ilave gelir dağılımı etkileri ile birlikte düşündüğümüzde çözülmesinin oldukça önemli olduğu çok açık. Her şeyden önce, yüksek enflasyonun yoksullar/orta sınıf üzerindeki sarsıcı etkileri daha net olarak görülür. Özellikle sınırlı gelir imkânlarına sahip olan insanlar tüketimlerini bir zaman dilimi üzerinden ayarlama imkânı bulamazlar, yani gelirleri düştüğünde bunu direkt tüketimlerini düşürerek yansıtırlar (Friedman’ın sürekli gelir hipotezi çalışmaz). Dahası, bu insanların tasarruf imkânları az olduğundan genelde nakit pozisyonuna sahiptirler, bu da enflasyondan daha az koruma sağlar. Dahası, emek piyasasında zayıf oldukları için (toplu sözleşme imkânları yoktur) enflasyon artışı kadar ücret artışı da talep edemezler. Tüm bunları düşündüğümüzde enflasyonu düşürmenin genel halk refahı için oldukça önemli olduğu açıktır.
Bu yüzden, enflasyonu düşürmek için izlenecek iktisat politikalarının enflasyon düzeyine bağlı olarak şekillenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu da düşük ve yüksek enflasyon rejimleri olarak sınıflandırıyorum. Düşük enflasyon rejiminde (bunu da genelde yüzde 5-10 düzeyi ve altı gibi düşünüyorum) ağırlığın enflasyondan ziyade işsizliğe verilmesi gerekir. Bu anlamda, enflasyondaki artışları emek piyasalarındaki mekanik bir ısınma-soğuma mantığından çıkarıp daha fazla insanın çalışmasına odaklanılmalıdır. İkinci rejimde, yani yüksek enflasyon rejiminde (yüzde 5-10 üstü enflasyon), insanların önemli bir kısmının hem işsizlik hem enflasyon üzerinden daha fazla zarar gördüğü açıktır (sefalet indeksi yükselmektedir). Bu yüzden, bu rejimde enflasyonun yarattığı ilave makro istikrarsızlıklar ve yoksullaştırıcı etkiler dikkate alındığında enflasyonu düşürmeye daha fazla odaklanılmalıdır. Fakat bunun da sosyal maliyetleri asgari düzeyde tutulmalıdır. Bunun için de enflasyon hem para hem de maliye politikasının alanı içinde değerlendirilmelidir. Bu yanıyla, sorunu sadece merkez bankasının sırtına yüklemek yanlış olur.
Burada yüksek enflasyonu indirme konusunda düşüncelerimi daha net bir şekilde sıralamak istiyorum:
i. Daha önce ifade ettiğim gibi Türkiye’de enflasyonun önemli ayağı döviz kuru üzerinden maliyet artışlarıdır. Bunun için bir kur istikrar programı ilan edilmelidir. Bu program çerçevesinde faiz oranı dâhil tüm para politika araçları kullanılmalıdır. Burada kritik olan döviz kurundaki değerlenmenin cari açık etkisinin dikkate alınmasıdır, bu yüzden istikrar programı çok uzun süreli olmamalıdır. Bu, Türkiye’nin 2000 yılındaki istikrar programına benzer fakat daha geniş bir bant içinde döviz kurunun dalgalanmasına imkân veren bir program olabilir. Amaç döviz kurundaki değişimi belli bir zaman diliminde enflasyonunun altında tutmaktır. Böylece azalan enflasyon etrafında beklentileri yönlendirmek imkân dâhiline girecektir. İlan edilen değer kaybına enflasyon ne kadar hızlı uyum sağlarsa, enflasyon ataletini aşağı çekme konusunda daha hızlı yol alınır.
ii. Kamu harcamaları ve çalışanların aleyhine koşullar içermediği müddetçe IMF’den de yardım talep edilebilir. Bu, döviz kuru istikrar programının rezerv desteğini oluşturması açısından önemli olabilir.
iii. Sermaye akımlarına dikkat edilmelidir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi sermaye akımlarını sınırlandırmak, dış borcun bu kadar yüksek olduğu bir dönemde hemen devreye sokulması akılcı olmasa da zamanla devreye sokulması gerekir.
iv. Enflasyon ataletini ortadan kaldırmak için ücret ve fiyat uyarlamasını ileriye dönük yapmak gerekir. Ücretlerde ileriye dönük artış ve bunun da periyodunu 6 aya çekerek yapılabilir. Bu da ücret, fiyat ve döviz kuru davranışını koordine edecek bir mekanizma içinde gerçekleştirilebilir. Meksika 1987’de buna benzer bir programı “dayanışma paktı” (solidarity pact) adı altında uygulamaya koymuştu. Bu programda devlet, firmalar ve işçiler bir araya geldi ve anlaştılar. Buna göre, devlet döviz kuru ve kamu mallarındaki fiyat artışlarını sınırlandıracak, karşılığında da firmalar ve işçiler ücret ve fiyat oluşumunda üstüne düşeni yapacaktı. Bu tür sosyal anlaşmalar bence çok faydalıdır. Bunu da düzenleyecek olan politik otoritedir.
v. Enflasyonu düşürme programlarının can alıcı noktası izlenen ekonomik programın neden olacağı yüksek işsizlik ve küçük şirket iflaslarıdır. Bunun üzerinde daha fazla durmak gerekir. Olası çok sayıda işsize ve iflas etmiş küçük şirkete yardım edilmelidir. Bunun için de üst gelir gruplarına dönük gelir/servet vergilerinin geçici bir süreliğine artırılması gerekir. Yanılmıyorsam bu tür bir uygulama 5 Nisan kararlarında “net aktif vergisi” şeklinde uygulanmıştı. Bu şekilde, sosyal maliyetin belirli bir ölçüye kadar azaltılması mümkün olur. Bunun sosyal dayanışma için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
vi. Yüksek enflasyonu düşürmede kamu fiyatlandırma davranışı da önem kazanır. Kamunun burada kendi etki alanında olan ve tekelci yapıların fiyatlandırma mekanizmalarına odaklanması gerekir. Özellikle temel ürünlerin sübvansiyonu konusunda çok daha etkin olmalıdır. Elektrik, enerji veya benzin fiyatlarının arkasında uzun süredir ihmal ettiğimiz özelleştirme sorunu, üretimin özel sektöre kayması ile oluşan üretim kısıtları ve tekelci fiyat eğilimlerini mercek altına alınması gerekir.
vii. Buradan enflasyon problemini de aşan uzun dönem dersler çıkarılmalıdır. Özelleştirmenin yarattığı tekellerin kamulaştırılması dâhil her tür akılcı uygulama devreye sokulmalıdır. Kamunun, üretim kısıtını aşmak için orta ve uzun dönemde özellikle ileri teknoloji gerektiren alanlarda üretime dâhil olması gerekir.
Yazının tamamı burada.