Ekonomi
Prof. Dr Seyfettin Gürsel: Seçim için popülist ekonomi
Ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel Karar Gazetesi’nde Taha Akyol’un sorularını cevapladı. Merkez Bankası 18 Kasım Perşembe günü politika faizini 100…
Ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel Karar Gazetesi’nde Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Merkez Bankası 18 Kasım Perşembe günü politika faizini 100 baz puan daha indirdi. Bu karar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu dördüncü faiz indirimi. Son dört ayda Para Politikası Kurulu toplamda 400 baz puan indirim yaparak Haftalık Repo faizini yüzde 15’e düşürdü. TÜFE yıllık artışının yüzde 20’ye dayandığı, üretici enflasyonunun da yüzde 50’ye yaklaştığı, Merkez Bankası yönetimine güvenin dip yaptığı, kurun da sürekli yükselişte olduğu bir ortamda yapıldı bu faiz indirimi.
Enflasyonla böyle mücadele edilmeyeceği çok açık. Yanıtlanması gereken soru herhalde “Merkez Bankası ne yapmak istiyor?” olmalı ama bu soru da anlamsızlaştı çünkü Merkez Bankası Cumhurbaşkanı ne diyorsa onu yapıyor. Öyleyse doğru soru sanırım “Cumhurbaşkanı ne yapmaya çalışıyor?” olmalı
Artık belli oldu ki ekonomi politikasında kabul gören iktisat kuramlarının ve tarihsel deneyimlerin bilmediği bir yola girildi ve bu yoldan bu iktidar döneminde dönüş yok.
Hatırlarsanız, 2018 yazında faiz indirerek enflasyonla mücadele yapılmak istenmiş, döviz kuru da hareketlenmişti. Ağustos ayında “Rahip Brunson” olayının yarattığı şokun etkisiyle döviz kurunda patlama ardından enflasyonda olağan üstü bir sıçrama olmuştu. Panik had safhadaydı ve Eylül ayında Merkez Bankası beklenmedik bir faiz artışı yaptı. Politika faizi 650 baz puan artırıldı. Bunun üzerine döviz kuru ardından da enflasyon inişe geçti. Bu yüksek faiz artışı Cumhurbaşkanı’nın savunduğu “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” iddiası ile mutlak çelişki içindeydi.
O günlerde Cumhurbaşkanı’nın yanlışta ısrardan vazgeçmiş olabileceği çok konuşuldu. Ama Para Politikası Kurulu’nun toplantı halinde olduğu günün sabahı Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler üzerinde pek durulmadı. O sabah sayın Erdoğan “sabrının sınırı olduğunu” söyledi. Birkaç saat sonra da devasa faiz artışı haberi geldi. O gün şöyle düşünmüştüm: Maliye Bakanı Berat Albayrak PPK toplantısından birkaç gün önce makama çıktı ve kayın pederini yüklü bir faiz artışından başka çare kalmadığı aksi takdirde ipin ucunun kaçacağı konusunda ikna etti. Cumhurbaşkanı da bir kereliğine faiz artışına yeşil ışık yaktı.
İzleyen yıllarda neler olduğunu biliyoruz. Merkez Bankası başkanları sürekli değişti. Kimi önce faizi indirdi sonra baktı ki ipin ucu kaçmak üzere faiz indiriminden vaz geçti, kimi daha baştan faiz artışı ile işe başladı ama sonuçta hepsi görevden alındı. Artık belli oldu ki halen görevde olan başkan Cumhurbaşkanı ile tam bir uyum içinde. Hatta bu uyumda herhangi bir arıza çıkmaması için üç PPK üyesi bile değiştirildi. Faiz indirimleri devam edecek. 2018 Eylülünün tekerrür edeceğini sanmıyorum, köprüler atıldı.
AMAÇ NE?
Enflasyon görünür bir gelecekte düşmeyeceğine hatta yükseleceğine göre faiz indirimleri ile ne amaçlanıyor?
Amaç belli. Çifte seçim en geç Haziran 2023’te yapılacak. Yaklaşık 1,5 yıl kaldı. Bu süre içinde reel faiz büyük çapta negatif olunca vatandaş krediye hücum etsin, iş insanları yatırımları artırsın, konut, dayanıklı tüketim malı talebi coşsun, artan üretim istihdamı kamçılasın, işsizlik, yoksulluk azalsın isteniyor. Bu sayede de anketlere göre yüzde 40’ın bir hayli altına gerilediği anlaşılan Ak Parti oyları geri dönsün.
FAİZ GERÇEKTEN İNİYOR MU?
Emirle faiz indirmek piyasa faizini ve kamu borçlanma faizini nasıl etkiliyor?
Biliyorsunuz arzularla gerçekler arasında çoğu zaman büyük bir mesafe olur. Mevcut iktidarın amacının hâsıl olması için kredi faizlerinin düşmesi gerekiyor. Ekonomi aktörlerinin güvenine sahip bir Merkez Bankası faiz indirdiğinde normalde bankalar hem mevduat hem kredi faizlerini aşağıya çekerler. Aynı zamanda piyasa faizleri de düşer. Böylece kamu daha düşük maliyetle borçlanır. Yatırımcılar ve haneler de Merkez Bankası’nın enflasyon tehdidi görmediğini aksine durgunluk tehdidi algıladığı için faizi düşürdüğünü bilirler. Ekonominin geleceğine güvendiklerinden kredi talepleri artar.
Bu koşulların hiçbirinin halen Türkiye’de mevcut olmadığı açık. Kamu bankaları el mecbur kredi faizlerini düşürdüler ama mevduat faizlerini düşürürlerse TL mevduatlarında kaçışı nasıl engelleyecekler? Ama bu da sorun olmayabilir çünkü kamu banka yöneticileri biliyorlar ki zarar etseler bile iflas etmezler ve de kovulmazlar; tabii iktidar değişmediği sürece…
BANKALAR ZORDA
Özel bankalarda durum nasıl?
Özel bankalar zor bir ikilemle karşı karşıyalar. Enflasyonun yükselmesinin beklendiği koşullarda mevduat faizlerini kolay kolay düşüremezler. Mevduat faizleri düşmezse kredi faizlerini de düşüremezler. Aksi takdirde ciddi zarar ederler. Mevduat ve kredi faizleri bir ölçüde düşse bile kredi musluklarını gevşetmeye hevesli de olmayacaklardır çünkü bu işin sonunun büyük bir krizle noktalanmayacağını kimse garanti edemez. Böyle bir durumda en sağlam kredi müşterilerinin bile taksitlerini ödemekte zora düşebileceklerini bilirler. Benzer tereddütler talep tarafında da geçerlidir. Eğer ekonomin geleceğinden yani gelirlerinizin geleceğinden kuşku duyuyorsanız borçlanmadan önce iki defa düşünürsünüz.
Sonuç olarak Merkez Bankası faizi düşürdü diye yatırımlarda, konut ve dayanaklı tüketim malı talebinde patlama yaşanır diye her koşulda geçerli bir kural yok. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yatırımcılara yönelik sitemkâr sözlerinin arzu ve gerçekler arasındaki uçurumun farkına varılmasından kaynaklanan düş kırıklığını yansıttığını düşünüyorum.
KAMUDA FAİZ ARTACAK
Kamu Hazinesi’nin düşük maliyetle borçlanması tam bir hayal. Döviz cinsinden tahvil ve bonoların faizleri zaten uzun süredir el yakacak düzeydeydi. TL cinsinden borçlanmanın maliyeti ise değil azalmak aksine artacaktır çünkü ihraç edilen bono ve tahvilleri piyasada satmak zorundasınız. Enflasyonun geleceğinin belirsizleştiği bir ortamda kimse özellikle uzun vadeli varlıkları düşük faizle satın almaz. Hatırlarsanız 1993 sonbaharında dönemin başbakanı Tansu Çiller piyasa ile böyle bir inatlaşmaya girişmişti. Vadesi dolan borçları çevirmek için piyasa daha yüksek faiz talep ediyordu. Tansu Hanım da yüksek faize kızdı ve Merkez Bankası’na para bastırarak borçları çevirmeye kalkıştı. Sonra ne olduğunu biliyorsunuz. Ama bu yol 1998’de kapandı. Öyle al bonoyu ver parayı artık mümkün değil. Ama belli olmaz. Sonuçta bir kararnameye bakar.
MERKEZ’İN GÖREVİ?
Paranın değerini korumak ve enflasyonla mücadeleyi öncelikli hedef saymak Merkez Bankası’nın kanuni görevi değil mi? Görevini niye yapmıyor?
Görevini yapmadığını biz söylüyoruz. Başkan yaptığını iddia ediyor. Her PPK toplantısının ardından ve de her enflasyon raporunda hedefin enflasyonu yüzde 5’e düşürmek olduğunu, bunu er ya da geç başaracaklarını tekrarlayıp duruyor. “Enflasyonu boş verin, büyümeye bakın” diyecek hali yok. Ama öte yandan enflasyon da bir türlü düşmüyor aksine yükseliyor. Önceleri “enflasyon tüm dünyada yükseliyor, biz de de gıda oyunbozanlık ediyor” gibi bahanelere sığınarak “enflasyonda artış geçici” deniliyordu. Sonra “ biz manşet enflasyona değil çekirdek enflasyona bakıyoruz” dendi. Bu tür bahaneler ya da günah keçileri işlevlerini kaybedince yeni bir enflasyonla mücadele teorisi gündeme getirildi. Bu teori “faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur” kadar basit değil, daha sofistike.
Neden kur artışını tercih ediyorlar?
Anladığım kadarıyla iddia şu: Faizleri düşürerek döviz kurunun yükseldiği dolayısıyla enflasyonun yükseldiği doğrudur. Bunu biz de biliyoruz. Ama TL değer kaybettikçe ihracat artıyor daha da artacak. İthalat ise azalıyor, daha da azalacak. Yurt dışına milyarderler dışında kimse seyahate falan gidemeyecek. Buna karşılık Türkiye o kadar ucuzlamış olacak ki yabancı turist akımına uğrayacak. Sonuçta cari işlemler ciddi fazla vermeye başlayacak. Fazla verdikçe döviz bollaşacak, kur da tepeden aşağıya hızla yuvarlanacak. Kur düştükçe enflasyon da düşecek. Bu arada düşük faiz, artan ihracat ve ithal ikamesi sayesinde ekonomik büyüme de şahlanacak, enflasyona bir darbeyi de artan arz indirecek.
Teknik ayrıntılara fazla girmeden şu kadarını söyleyebilirim. Bir, sanayimiz enerji, yatırım ve ara malları bakımından büyük ölçüde ithalata bağımlı. TL değer kaybettikçe İhraç mallarının döviz cinsinden fiyatlarını aynı hızla ucuzlatamıyorsunuz. Bir ölçüde ucuzlatsanız bile talep aynı ölçüde artmıyor. İki, Türkiye ekonomisi ABD ekonomisi değil. ABD’de üretilmeyen mal yok gibidir. Doların değeri düşünce azalan yabancı mallar yerli mallarla ikame edilir. Türkiye’de gelişmiş teknolojiler içeren makine ve teçhizat ile pek çok ara malın yerli ve millisi yoktur ya da varsa kalite farkı büyüktür. Dolayısıyla ithal ikamesinin sınırları vardır.
REKABETÇİ KUR?
Buna rağmen salt TL’de büyük değer kaybı ile cari fazla verilebilir mi?
Evet verilebilir. Yatırımlar azalır, ithal tüketim mallarına olan talep durgunlaşırsa cari fazla verilir. Bu da ekonominin daralması yani ekonomik kriz ile olur. Peki rekabetçi kur yani TL’nin reel olarak uzun süre çok düşük düzeyde kalması ihracat ve ithal ikamesi yoluyla sanayileşmemizi hızlandırmaya yardımcı olmaz mı? Olabilir, tarihte örnekleri de var. Ama bu örneklerin hiçbirinde sanayileşme yüksek ve istikrarsız enflasyon ortamında elde edilmemiştir. Dahası bu yoldan dış ticaret dengesini sağlamak için iç talebin ciddi ölçüde dizginlenmesi gerekir. Bu durumda seçimlerin kazanılması hedefine nasıl ulaşılacaktır? Yoksa girilen yol istenmese bile kaçınılmaz olarak kapalı bir komuta ekonomisi ile mi sonlanacaktır?
BAĞIMSIZ MERKEZ BANKASI?
Halka politikacı hesap veriyor, seçimlerde. Halka Hesap vermeyen Merkez Bankaları siyasi iktidarlar karşısında niye bağımsız olsun ki?
Bu çok meşru bir soru. Davul kimin sırtındaysa tokmak da onun elinde olmalı, akla yatkın geliyor. Merkez Bankalarının fiyat istikrarını (yüzde 2 civarı enflasyon) para politikasını oluşturan faiz ve diğer araçları bağımsız olarak kararlaştırmalarının kabulünde gerek ekonomi teorisinde ilerlemeler gerek tarihi deneyimler önemli rol oynadı. Demokrasilerde iktidarlar seçimle belirlenir. İktidarların doğal ve meşru hedefi de bir sonraki seçim kazanmaktır. Kazanmak için gerekli koşullardan biri seçimler yaklaştığında gelir artışlarının yüksek, işsizliğin düşük olmasıdır. Bunu sağlamak için tabir caiz ise her yol mubah görülür: Kamu harcamaları artırılır ya da vergiler düşürülür, olmadı her ikisi de yapılır. Büyüyen bütçe açıklarını finanse etmek için mümkünse para basılır, mümkün değilse borçlanılır, faizler talimatla düşük tutulur, krediler teşvik edilir, hatta asgari ücrete kallavi bir zam yapılır. Tabiİ bu “popülist” politikalar başta enflasyon olmak üzere bir dizi sorun yaratır. Ama iktidarın odaklandığı hedef seçimi kazanmaktır. Kazanılınca yaratılan sorunlarla uğraşmak için zamanları olacağını düşünürler. Kazanamazlarsa, sorunlar kazananlara kalır.
Ekonomistler ve tarihsel deneyimler, özellikle Almanya deneyimi, bu sistemik kısır döngünün ancak Merkez Bankalarını bağımsızlaştırarak kırılabileceğini gösterdi. Bu kabulün hiç de kolay olmadığını hatırlatmak isterim. AB’de tek para birimine geçişle birlikte Avrupa Merkez Bankası’nın politika bağımsızlığının son derece sağlam kazıklara bağlanması ile konunun kapandığı zannedildi. Ama son birkaç yıldır gelişmiş ülkelerde bile aslında tartışmanın sona ermediği sadece geçici olarak küllendiği ortaya çıktı. Hatırlıyor musunuz Trump FED başkanına demediğini bırakmamıştı.
Türkiye’de yaşananları gördükten sonra Merkez Bankalarının bağımsızlığının yasa ile temin edilebileceğine artık inanmıyorum. Merkez Bankaları yasa olmadan da bağımsız olabilirler. İki koşulla: Bir, toplumun enflasyondan ödü patlayacak. İki, enflasyona yol açan ekonomi politikalarının bilincinde olacak ve bunların uygulamasından iktidarı sorumlu tutacak. Bu koşullar sağlandığında Merkez Bankası’nın bağımsız olması da gerekmeyebilir. Kritik kararlar Hükümete danışarak alınır böylece meşruiyet sorunu da gündemden düşer.
SEÇİMLERE KADAR
Türkiye toparlayabilir mi? Nasıl ve ne kadar zamanda?
Söylediğim gibi bu iktidar ve tek karar alıcı sistemi devam ettiği sürece girilen yoldan dönüş yok. Gerek siyasal arenada gerek ekonomide belirsizlikler o kadar büyüdü ki yolun sonunda bizi nelerin beklediğini kestirmek zor. En azından benim için. Seçimlere kadar tahribatın sınırlı olmasını, seçimlerde de iktidarın ve sistemin değişmesini ummaktan başka çare yok. Ancak bu umut gerçekleştiğinde biriken sorunlar kendiliğinden çözümlenmeyecektir ama en azından çıkmaz yoldan geri dönmek mümkün olacaktır.
Karar